Son birkaç günde olan biteni düşünürken, sinema kulübünde az sonra gösterilecek bir filmin içinde gibi hissediyorum kendimi. Sesler, kareler, küçük flashbackler art arda dizili…
“…Annesi misiniz?”… “Beni duyuyor musun güzelim, buradayım” …”Uyuma sakın!”… “Bana bak lütfen…”… “Adın ne?”… “Kardeşin var mı, onun adı ne?”… “Sakın uyuma!”… “Bana doğru bak n’olur annem, uzaklara değil…”
Doktor soğukluğundan olanı biteni, olası riskleri duymak, “Olur demiyorum, ihtimal diyorum, daha iyi bir hasteneye geçin”i duymak, o an sadece duymak… “…’ı dedi …’ı da dedi…” “yani aslında sadece hastane değiştirin dedi, tamam.”
“Uyuma lütfen bana bak canım”… “Ambulans nerede?”… “Uyuma, gidiyoruz güzelim”… “Sevdiğin şarkıyı çalalım mı son ses sana? Yalvarırım uyuma…”
Ambulansın ön camını açmak sonuna kadar, yol vermemeye yeltenecek birine denk gelip yakasından tutabilmek için… Kolumun yola kadar uzanacağından emin…
Neyse ki yoldaki herkesin insan oluşu, bize yol verişi, yol verdiğim tüm ambulanslar için bir daha bir daha iyi hissetmem kendimi…
Telefonlar, doktorlar, insanlar…
Okulunda bahçede oynarken kafa üstü düşüp kafatasında kırık oluştuğunu öğrendiğimiz oğlumla duygudan duyguya savruluşumuz.
Daha önce birkaç zor zamanda daha karşılaştığım kadınla göz göze gelişim içimde. Sadece ihtiyaç anında ve bana hiç sormadan, yerin yedi kat altından çıkan taştan koca bir heykel… “Sen çekil, ben devredeyim” diyen. Tuhaf bir dirayetten ibaret, kaskatı… Beni kaldırıp yaşadığım her şeyle beraber usulca kenara bırakan.
Nihayet ertesi gün, canım sınıf arkadaşları ve dünya tatlısı öğretmeninden gelen rengarenk kağıtlara ilmek ilmek işlenmiş “Geçmiş olsun, seni çok özledik” notlarıyla katıla katıla ağlayabilmem… “Sınıfta sırası boş olunca ne hissetiler kim bilir” diyerek yer açabilmem üzüntümün dile gelişine.
“Canım çok yandı, evet” diyebilmem nihayet ferahlıkla… Yandı çünkü.
Oğlum şimdi iyi, hepimiz iyileşiyoruz. Her an bir öncekinden daha iyi olduğu için şükrediyoruz. Yine de var birtakım bilinmezliklerimiz, yol boyu eşlikçimiz.
Biliyorum yine gelse bir felaket başıma, yine ağlayamam hemen, çıkar yerin altından garip yardımcım, bana sormadan geçer dümene, götürür bizi bir yere. Tuhaf baş etme yolum bu benim.
O çocukların canım kağıtları olmasaydı o gün, ağlayamayacaktım. Ağlayamasaydım, belki onca güzel sarılamayacaktım sonra ya da küfre dönecekti sözlerim sükunetim, ya da kafamı duvarlara vuracaktım. Ağlayamasaydım…
Canım yandığında, canım yanıyordur, çok. Can o kadar yanınca, acır bir yerler, çok. Acıyan yanlar, şefkatle görülmedikçe gitmiyorlar hiçbir yere. Görülmezlerse başka bir şeye dönüşüyorlar yine görülmek için. Görülmeden hiçbir şey kaybolmuyor.
Ondan hayranlığım “Üzüldüm” diyerek ağlayabilen kızıma ve korktuğunda gözünün feri bir anda kaçan oğluma…
Sarılın canı yanan birine, o söyleyemese de bunu, siz sarılın. Sarılın ki ağlayabilecek kuytuyu bulsun kucağınızda, istediğinde. Yangınıyla karşılaşsın, bakışsın. “Acımadı ki” demesine kanmayın, siz sarılın. Alan tutun ferahlığına, hazır olduğunda kıvrılsın, dolsun, taşsın, geçsin içinden nihayet.
Tüm alan tutanlarıma şükranla…
İlginizi çekebilir: Pandemik zamanlarda çocuk olmak: “Olmaz”lar arasında güzel anlara tutunmanın gücü