Zihnin akışı ve bütünselliği: Hegel’e göre zihin nasıl ele alınmalıdır?
“Bazı çevrelerden, genç adamlar yetiştirmek için göstermiş olduğunuz çabanın meyve verdiğini öğreniyorum. Bu mucize dolu dönemde herhangi bir yerde bir merkezden teorik ve pratik yaşamı teşvik eden bir öğretinin yayılması elbette zorunludur.
Elbette boş kafaların muğlak imgeler ve büyük boş laflar yaymasını engellemek mümkün değil. Akıllı kafalar da payına düşeni alıyor. Çünkü genç yaşlarından itibaren bulaştıkları yanlış yöntemlerden kurtulamadıkları için, içlerine kapanıyorlar, muğlaklaşıyorlar veya deneyim alanını tamamıyla terk edip sadece aşkınlaşıyorlar.”
7 Ekim 1820 tarihinde Goethe tarafından Hegel’e gönderilen bu mektup, bize Hegel ile ilgili bilmemiz gerekenler konusunda ipuçları veriyor. Hegel, yaşadığı süre boyunca hem dostlarının hem de düşmanlarının kendilerini boğuşmaktan alıkoyamadığı bir düşünürdür. Anlaşılmaz olmasının iticiliğiyle suçlanan Hegel, tüm olumsuz yorumlara rağmen düşünürler tarafından hem korunmuş hem de hesaplaşılmak istenmiştir.
Hegel’e göre “felsefe, dönemini düşüncede kavramaktır”. Hegel’in insan ve zihin anlayışına girmeden önce bu cümleyi kavramanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hegel bu savı ile insan zihninin gerçekliğe ulaşmasının hem mümkün hem de mümkün olmadığını öne sürmüştür. Mümkündür, çünkü elimizdeki imkanlarımızla neyin ne olduğunu algılayabilme ve tanım koyabilme becerisine sahibizdir. Mümkün değildir, çünkü edindiğimiz bilgi, içinde yaşadığımız döneme ait bir bilgidir ve bu bilgiler gelecekte ya kısmi olarak değişime uğrayacak ya da tamamen bırakılacaktır. Bu görüşten hareketle, Hegel için gerçeğe ulaşma yolunda 100 yıl öncesinin felsefi yaklaşımlarını kullanmak ne kadar mantıksızsa, 100 yıl sonra elde edinilebilecek bilgiler için tahminlerde bulunmakta bir o kadar mantıksızdır. Alman filozof bu yaklaşımıyla diyalektik ve bütünsellik kavramını felsefeye taşımıştır.
Hegel felsefesi neyi savunur?
Hegel felsefesinde varlık bir bütündür. Olan her şey zamanda olmaktadır. Bir şeyin var olabilmesi için tarihinin olması gerekmektedir, tarihi olmayan bir şeyin varlığından hiçbir şekilde bahsedilemez. Ancak bahsedilen tarih kavramı bütünseldir; hem geleceği hem de geçmişi içerir. Geçmiş bugüne akmıştır, gelecek ise bugünün içinden doğmaktadır. Bu da varlık tanımını süreklilik terimiyle açıklamayı gerektirir.
Hegel’in söylemlerinin, zihin felsefesi açısından yorumlanmasında bütünlük ve akış kelimeleri önemlidir. Hegel’e göre bir şeyi algılamak istiyorsak, hiçbir şey tek başına ele alınmamalıdır. Hegel zihnin bütünsel olarak çalıştığını öne sürdüğü bu savıyla “association” diye adlandırdığımız “ilişkilendirme” terimini gündeme getirmiştir. Hegel’e göre teker teker algılanan düşünceler ne kadar yüksek kavramlar olursa olsun tüm düşünceler birbiri ile ilişki içerisindedir. Hegel’e göre insan zihni yorumlayabilir, yeni gelen bilgi ile eskisini karşılaştırabilir ve uygun gördüğü taktirde bu bilgiyi değiştirebilir. Yeni alınan bilgiler ile eskiden gelen edindiğimiz bilgiler arasındaki çelişki bizi gerçekliğe taşıyacaktır. Burada zihnin sürekli yenilenen ve gelişen bir yapıya sahip olduğuna dair bir gönderme yapması dikkat çekicidir. Anlık kazanım bilgilerinden ziyade zihnin sürekli akış hali kabul edilmiş ve düşüncelerin sürekliliği vurgulanmıştır.
Hegel’e göre filozof olmak düşüncelerin akışını takip etmek ve bütünselliği yakalamaktır. Hegel kendi felsefesini değişimin izleyicisi olarak gördüğünden “Bir yere varılamaz” cümlesiyle açıklamış ve bizi de zihnin sürekliliğini kabul etme noktasında ikna etmiştir. Hegel’in getirdiği tanımlamalar “gezgin zihin (wandering mind)” terimini destekler niteliktedir. Bir psikoloji terimi olan gezgin zihin, insan zihni doğasının sürekli halde geçmiş ve gelecek arasında bir zaman yolculuğu içinde olduğunu vurgulamaktadır.
Ölürken başında bekleyen düşünür arkadaşları “korkma, arkanda Marx gibi bir öğrenci bıraktın” diye Hegel’in içini rahatlatmış ve öğrencisi olan Marx’ın ayak seslerini önceden haber vermişlerdir. Hegel, sahneyi, felsefesini sosyolojik açıdan değerlendirecek olan ve “akıllı çekirdek” olarak tanımladığı diyalektik teriminden hareketle yeni bir toplumsal bir sistem geliştirecek olan Marx’a bırakmaktadır.
Sınırları zorlayan bu Alman filozofun görüşleri mantık biliminin kuruluşunu başlatmıştır. Mantığın cümlelerinin aynı varlık gibi akıp gitmesi, bu ilerlemenin başlangıcı yadsıyarak daha yüksek modellere tırmanması ve tırmanışın en sonunda yeni yüksek modeller yaratması gerektiğini savunmuştur. En önemlisi ise kendi kendine fikirleri yadsıyabilme, içine dönebilme ve kendi kendine ayna tutabilme becerisinden bahsederek birçok terapi odasında uygulanmaya çalışılan tekniklere yıllar öncesinden göz kırpmıştır.
İlginizi çekebilir: Beynin mağaraları: Bilinçdışı dürtüler ve bilinçdışı beyin