Zihnimizin olayları çarpıtma gücü: “Ya hep ya hiç” düşüncesine esir olmayın
Birçok mecrada sıklıkla gördüğümüz, duyduğumuz üzere duygularımız fikirlerimizden doğuyor. Fikirlerimiz, algımız, düşüncelerimiz ise biz fanilerin olup biten olaylar karşısında kendi penceremizden bakabildiğimiz; onları tanımlayabildiğimiz kadar şekilleniyor. Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi Dr. David Burns, bilişsel anlamda olayları nasıl çarpıttığımız ve dolayısıyla olumsuz duygular olarak bünyemize kattığımızı 10 maddede toparlamış. Bu yazıda bu maddelerden birincisini inceleyeceğiz: Ya hep ya hiç.
Psikolojide “kutupsal düşünme” denilen ya hep ya hiç yargısına bizler çeşitli sebeplerden, çeşitli ölçülerde sahip oluyoruz. Nedir bu ya hep ya hiç düşüncesi? Hayatı siyah beyaz algılamaktır, varış noktasının değişmesine tahammülümüzün, belki de cesaretimizin olmamasıdır, olayları ezberlediğimiz etiketler kategorisine yerleştirme çabamızdır ve en acısı evrende mutlak olmadığını unutma gafletimizdir.
Kimi insanlar “Mükemmeliyetçi yapımdan dolayı hataya tahammülüm yok” der. Birçoğumuz tecrübe etmiş, gözlemlemiştir ki “mükemmeliyetçi”lik ile “takıntılı”lık arasında ince bir çizgi vardır. Ve o çizgiyi aşanlar hayatla görünmez bir kavga içine girer. Buna hayatımızı etkileyecek olaylardan, günlük akışımızda aslında üzerinde durulmaya değmeyecek kadar küçük, kimi zaman fazla enerji harcadığımız olaylara kadar çeşitli örnekler verebiliriz.
Örnekleri gözden geçirelim; “O terfiyi almazsam başarısızım demektir”, “Kızım evlenmezse hayatta yalnızlık çekecektir”, “Saçım tam olarak bu şekilde kesilmezse güzel görünmem mümkün değil”, “Bu ilişki biterse mutsuz olurum”, “Gardrobumu yenilemezsem demode kalacağım”, “Bu hatayı yaptıysa güvenilmez bir insandır”, “Düğünümde pembe çiçekler olmazsa hayalimdeki düğün olmayacak”, “Şu beş kiloyu vermezsem hantal görüneceğim”… Bu örnekler sürer gider.
Yaşadığımız olaylara ne kadar çok ya hep ya hiç yaklaşımı ile yaklaşırsak, o kadar o olaylardan ziyade bizim onlara yüklediğimiz anlamlara hapsolacağımız kesin. Burada belki de önemli olan kendimize, hayatın tüm akışının elimizde olmadığını hatırlatmak olacak. Ve o akışta planlanmadan başımıza gelen her ne ise bu gelişmeler; mutluluk, iyi hissetme, huzur gibi ihtiyaç duyduğumuz duyguları bir anda alıp götürecek güçte olmamalıdır. Çünkü o olumlu duyguların bizlerle bağı daha güçlü olmalıdır. İp bu kadar inceldiği yerden kolaylıkla kopup gitmemelidir. Aynı zamanda her bir olayın kendi içinde biricik olduğu da bir gerçek. Atılan her adım o anın koşulları içinde incelenmelidir.
Günümüzde bizi bu alanda zorlayan bir de dış dünya sistemi var ki, belki bu sisteme de kapılıp gitmektense bir durup gerçekliğini sorgulamalıyız. İş yaşamından bakacak olursak; beyaz yakalı diye tabir edilen çalışanların içine düştükleri çark “hedef odaklı olmayı”, “performans sistemi”ne tabi tutulmayı başarı ve başarısızlık olarak net iki sınıfa ayırabiliyor. 100 adet sattıysan başarılısındır, ama 90 olduysa başarısız. Gündelik hayatımızda birbirimizi ve hatta tanımadığımız insanları takip etmenin sonucu bu; hayatımıza yüklediğimiz ve neye dayandığı belli olmayan hedefleri saymıyorum bile…
Çabuk havlu atmamak, ilk sorunda büyük gerçeğimizden vazgeçmemek, belki de anlamlı hedeflere, hayallere sahip olmak üzerine bir düşünelim derim. Hayatla dans ettiğimizi unutmamak gerek; yeterince esnek olmazsak bir yerimizi sakatlama ihtimalimiz oldukça yüksek.
İlginizi çekebilir: Özgürce yaşamayı engelleyen bir sarmaşık: Hayatımız düşüncelerimizin esiri mi?