Bir şeyleri kâğıda dökmek için hep bir yolculuğa çıkmak ister insan, özellikle hayallerdeki tren yolculuğudur bu… Ne de olsa onca okuduğumuz hikayelerde, filmlerde hep öyle olmuştur. Ama o yolculuğa ya hiç çıkmayız ya da çıktığımızda uyuklamayı tercih ederiz. Hayatı da aynı bir yolculuğa çıkmayı beklediğimiz an gibi bekleriz. O an gelecektir ve düşündüğümüz her şey gerçekleşecektir. Ne yazık ki hiç de öyle olmaz. O an ya bize hiç gelmez ya da geldiğinde yine bir sonraki zamana öteleriz.
Yazma isteği gibi…
Uykunun dağıldığı gecenin bir yarısında akla gelen birtakım düşünceler gibi…
Sabah olsun hemen bunları bir kâğıda karalayacağım diye düşünürken tekrar uykuya teslim olduğunda…
Sabah olduğunda ne o düşünce kalmıştır ne de o ilham.
Bu çokça defa tekrar eder.
Aynı hayattaki sistematik olarak alınan ve işleve koyulamayan kararlar gibi.
Ne zaman ki en olmadık yerde gelen yazma isteğimi kâğıda dökmeye başladım, işte o zaman kendimi de bulmaya başlamıştım.
Tıpkı acelesiz yapılan yolculuklar gibi…
Tıpkı anı yaşamak, zamanı yakasından yakalamak gibi…
Tabii tüm bunları bir türlü beceremeyiz ve hiçbir zaman sonu gelmeyen girişimlerimiz, planlarımız üzerimizde değişik bir huzursuzluk yaratır. Sonra hayat hep “bir daha bunu yapmayacağım”lar ile devam eder ve sen hep bir daha aynılarını tekrar tekrar yaparsın. Yazdığın, çizdiğin, planladığın yaşamı yakalayamazsın ve kaybedersin zamanı. Geçmişin içinde bulursun kendini, kurduğun hayalleri hatırlarsın, olmadığını gördüğünde anlarsın ki o zaman da kaybetmiştin zamanı. Hiçbir şeyin tasarladığın gibi gitmediği gerçeği ile yüzleştiğinde kaygılanırsın. Kaygın çoğaldıkça hepsi gözünde büyürken, sen küçücük kalırsın.
Bir an ölüm aklına gelir, neyin kaygısı bu diye düşünürsün ve yaşantını küçümsersin. Etrafında koşturup duran, yaşantısına tamamen uyum sağlamış insanlar seni öfkelendirir. Boşluğun gitgide artar, anlamsızlaşır her şey, ait olamazsın bir yere.
Oradan buradan çok duyarsın üç günlük dünya dediklerini. Bu defa ise anı yaşama kaygın başlar. Dün, bugün ve yarın… Her zaman yaşamının ikinci gününde olduğunun farkına varırsın. Kısa vadede maksimum fayda sağlamak istersin. Meselenin “farkında olmak”“ ve o “an”ı anlayabilmek olduğunu kavramaya başlarsın.
Nefes alıp verilen her saniyeyi duyumsamak…
Yani kendinden habersiz nefes almamak…
Yaşamın tüm detaylarından keyif almak…
Her duyguyu doya doya yaşamak…
Aşık olmak…
Yalın kalmak…
Sevgiyi en derin haliyle hissetmek, hissettirmek…
Yaşadığın şey acı ise onu da sonuna kadar yaşamaktır. Hep acılarımızı örtbas etmekten doğmaz mı zaten diğer yıkımlarımız da?
Zihnimizin kontrolü tamamen kendi elimizde, düşüncelerimizi engellemeden, gelip geçmesine izin vermektir.
Ne geriye sarmak ne de ileriye gitmek, tüm beden ve ruhumuzun o zamana ait olmasıdır.
Salt o andaki haz ile yetinmeyi öğrenmektir.
Başkalarına da bu anı yaşadığımı ispatlamak düşüncesinde boğulmamaktır.
Her aklına eseni yapmak değil, o an yapman gerekenleri o anda kalarak en doğru şekilde yapmaktır.
Geçmişe sıkı sıkı sarıldığın kollarını serbest bırakmaktır.
Geleceğin belirsizliğinden endişelenmeyi bir kenara koyabilmektir.
Üzerindeki o kara bulutları, korkuları, zaafları, üzüntünü baskılamadan, gözyaşlarını saklamadan, yargılamadan kabul etmek, kendinle yüzleşmekten ibarettir.
İlginizi çekebilir: Anın tadını çıkarmayı seçin: İçsel bunalıma karşı koymanın yolları