Zaman yönetimi üzerine: Zamanı iyi kullanıyorsun da haberin yok
Zamanı nasıl kullanmamız gerektiği konusunda kafamız karışık. Zaman yönetimi eğitimi alıp öğrendiklerimizi bir türlü hayata geçiremiyoruz. Çünkü Batı kaynaklı bu tür eğitimler, bizim kan grubumuza, kolektif bilinçaltımıza uymuyor.
Önceki yazımda anlatmıştım, Batılılar hayatı kendine uydurmak, kontrol etmek ister. Hayat dediğimiz şey aslında zaman olduğuna göre, bunu nasıl kontrol edebileceğini de şöyle belirlemiştir:
1. Zamanı belli birimlere böl,
2. Her birimde ne yapacağını belirle,
3. Odaklan ve yap.
Yani her şey sırasıyla, “one thing at a time”, düzenli, belirli bir plan dahilinde yürür. Kontrol dışı bir şey olursa, o arada planda olmayan bir ziyaretçi vs. ortaya çıkarsa Batılı çok rahatsız olur, esnek olamaz, kendini yeni duruma uydurmakta zorlanır. Özellikle Kıta Avrupa’sında iş zamanı, aile zamanı, dinlenme zamanı kesin sınırlarla birbirinden ayrılmıştır.
Bu tür “ardışık kişiler”den “senkronik”* olmasını beklemek onları kaygılandırır ve sinirlendirir. Onlara göre işler, belirlenmiş plan ve ritmle, hep bir sonraki hedefe odaklanarak, adım adım yürümelidir. Zaman, onları geleceğe hazırlayan, hedeflerine yaklaştıran bir araçtır.
Biz hem Batılı, hem Doğuluyuz. Bizim hayatı, yani zamanı kontrol etme konusunda bir iddiamız yok. Hayat geçiyor, biz de ona uyuyoruz –kimi zaman koşarak, kimi zaman yan gelip yatarak. Zaten nasıl olsa her şeyi kontrol edemeyeceğimizi biliyoruz. Bir yerde her şey olacağına varır. Bu yüzden bizim çabamız, geleceğe hazırlanmaktan çok “şimdi”yi atlatmak, günü kurtarmak…
Biz zamanı birimlere, bölümlere ayrılmadan, her şeyi bir arada ve aynı anda yapabiliriz. Bir yöne giderken başka bir yöne sapabiliriz –yani beklenmedik durumlara, kendimizi hızla uydurabiliriz. Bizim insanımız email’ine, sms’ine cevap yazarken karşısındakine laf yetiştirebilir. Garsonumuz aynı anda üç, beş masadan sipariş alabilir. Belli bir zamanda sadece bir kişiyle muhatap olabilen Batılı garsona sinir olur, onu beceriksiz buluruz. Çünkü biz “ardışık” değil “senkronik” kişileriz; aynı anda birçok işi götürebiliriz. Bu anlayış bizi pratik ve esnek, aynı zamanda düzensiz ve reaktif kılıyor. Ardışık kişiler bütün dikkatini elindeki işe verirken, bizim dikkatimiz kolayca dağılabiliyor.
Plan, program, strateji gibi sözcükler dilimize İngilizce’den girmiştir. Bizde işlerin illa planladığımız anda başlayıp bitmesi çok önemli değildir. Esnemeler, gecikmeler olabilir, nasıl olsa da herkes bu duruma alışıktır. Öyle düşünürüz.
Bize göre zaman, birçok işin simültane (eş zamanlı) yürüdüğü, her an, her yöne doğru sapmaların yaşandığı bir düzlemdir.
Batılıya göre zaman, ileri doğru giden düz bir çizgidir.
Bizim coğrafyamız, iklimimiz, yaşayışımız, kolektif bilinçaltımız düz çizgi değil; acının tatlının, işin, ilişkinin, sohbetin, kederin bir arada yaşandığı, iç içe geçtiği bir düzlem. Bazen işleri çabuk çabuk yapmak, bazen zamana bırakmayı bilmek lazım. Kültürümüz bu zenginliği, “multitasking” becerisini vermiş zaten; bunun tadına varmak, kıymetini bilmek lazım. Reaktif olmaya, hatta bazen yan gelip yatmaya olan yatkınlığımızı bilip, kimi zaman önüne geçmek lazım.
Sonuçta bizim için hayat oyunu satranç ya da sudoku değil, tavla: Her şeyi doğru yapsan da bazen şans yaver gitmiyor. Ya da bazen acemi şansı yardım ediyor. Biz iyi oynayalım, şans da yardım eder elbet.
Kum saatiyle değil, arada çayımızdan bir yudum alarak, iki çift laf ederek oynayalım. Sonuçta yenmek mi önemli, oyunun zevkine varmak mı?
Makalede yazılanların nedenini, bilimsel temelini ve sonuçlarını “Türk’ün Aklı Nasıl Çalışır” kitabında bulabilirsiniz.
*Araştırmacı Trompenaars, işleri bir bir, sırasıyla yapan kişileri ardışık, aynı anda yapanları ise senkronik olarak tanımlamıştır.
Trompenaars K. (1993). Riding the Waves of Culture: Understanding Cultural Diversity in Buisiness. London: Nicholas Brealey.
İlginizi çekebilir: Hayatı mı kendinize uydurmaya çalışıyorsunuz, kendinizi mi hayata?