Bugünlerde hiç buralarda değilim gibi. Ne olduğum yere aitim, ne ait olduğum yerdeyim. Bedenim burada, bu kaosta belki ama, ruhum yok… Sanki soluduğum hava İstanbul değil de sakin ve temiz bir havaymış gibi… Çok daha küçük ve daha az insan olan… Kasaba… Yolları ağaçlıklı, sanki biraz daha dinlesem kuşların sesini bile duyabilecekmişim gibi…
Ruhum burada değil, gerçekten değil. Derinlerde, sanki başka zamanlarda, sanki zaman varmış da ileri sarılmış gibi. Hiç yok buralarda. Aslında şunu fark ettim: Ne kadar an’daysam, o kadar burada değilim. Bu nasıl mümkün olabiliyor? Şu an için cevabımın kıyılarındayım belki, daha dolaşmam gereken kuytular var. Ne kadar şu andaysam, o kadar ait hissetmediğim bir yer gibi bastığım yer. Sanki kaostaki tüm çabalarım gereksiz, tüm sözcüklerim iki dudağımın arasından çıkarken gözlerimin önünde buharlaşıp havaya karışıyor gibi.
Sanki çok şey var ama hiçbir şey yok gibi. Bazen hiçbir şey yokken amma da çok şey var gibi! Araftayım da desem, yine değil. Bir anlam yüklemeye çalıştıkça yüklenilemeyendeyim. Bir ses aradıkça duyamayan… Ses olmak için çabaladığımda duyuramayan. Sanki suyun altında gibi. Hani gördüğün her şey sallanıyor suyun hareketine uyum sağlamak için, duyduğun her ses boğuk ve hareketler normalden daha yavaş, daha ağır gibi. Nefes alırken fark ediyorum; suyun kaldırma kuvvetiyle zaman geçiyormuş da, zaman da buna hiç ama hiç aldırmıyormuş gibi.
Bilinmezlerin içerisinde içimden bir ses; “iyi ki yoga var, iyi ki yürüdüğüm bu yolda bildiğim bir şey var” dediğim günlerimdeyim. Bildiğim tek şey, eğer kalkıp matı yayarsam, o alan benim ve ben oradayım. Ve böylesi bir ben, iyi ki var! Nefes alabilmek gibi suyun altında, tüm boğukluğa ve ağırlığa rağmen. Zaten mattan kim inmiş de eskisi gibiymiş? Ağlarken bile formaliteden yüzünü gülüyormuş gibi yapınca değişmiyor mu ruhunun halleri? Zaman akarken ne aynı kalabilir ki değişmeden?
Bilmeye programlandık, her şeyi bilmeye… Yarın ne olacağını, o davete gidince kimle karşılaşacağını, o sokağa girince ne göreceğini, o telefonu açınca ne duyacağın gerektiğini bilmek zorundaymışçasına programlıyız. Bunu anladığın zamanlar genelde büyük resme dışarıdan bakabildiğinde oluyor. Böylesi zamanlarda kendi kendime bir oyun geliştirdim ben, bir süredir uyguluyorum. Ne zamanki bir sürü soru işaretleri geliyor, hemen zoom out yapıyorum mekana, kendime tepeden bakıyorum. Ne kadar küçüğüm aslında. Gittikçe uzaklaşıyorum kendimden, oklar çıkıyor beni sağa sola, O’na Bu’na bağlayan. Biraz daha gittikçe O’nlar da küçülüyor. Her gidişte biraz daha uzaklaşıp, biraz daha yok oluyor baktığım şeyler. Yani aslında, içindeyken gördüklerimizle sınırlı değil hiçbir şey hayatlarımızda.
Tam da bunları hissederken bugün okuduğum kitabın kısa bir kısmını paylaşıyorum aşağıda:
Hikaye, insanoğlu olarak düzgün bir zeka ve bilinçli farkındalığın tek kaynağının biz olmadığının altını çizer. “Sudaki gözler” doğadaki farkındalığın bir işareti olarak görüşebilir, zeka da “işte oradadır”.Ne bilinçliliğin ne de “zekanın” tam olarak doğru kelimeler olmadığını biliyoruz. Kendilerine özel duyarlılığı tanımlamak için insanlar “bilinçlilik” kelimesini icat ettiler ama doğanın farkındalığı tam olarak ne duyarlılık, ne bilinçlilik; ne de farkındalıktır. Tüm kelimeler arasından çıkar. Blake şöyle der:
Her kuşun gök yolundan geçtiğini nereden biliyorsunuz,
Uçsuz bucaksız hazlar dünyası sizin beş duyunuzla mı sınırlı?
“Nereden biliyorsunuz….” ifadesini seviyorum. – Iron John, a Book About Man
İlginizi çekebilir: Kendi içinde özgür hissetmek için farkındalıkla yürüyebilir misin?