Nasıl büyük bir haksızlık olurdu değil mi bir bebeğe yürüyemediği için öfkelenmek, kızmak, aşağılamak hatta hayal kırıklığı yaşamak?
Çünkü biliyoruz ki yeni doğan bebek yürüyemez. Zaman gerekir. Yürümeye gelene kadar o kadar çok aşama vardır ki atlaması gereken. İlk önce bedenini keşfetmekle başlar bu aşama. Ellerini, ayaklarını, onların hareket kabiliyetlerini gözlemler. Ardından poposunun üzerinde oturabilmesi için en azından 4-5 aya ihtiyacı vardır. Derken popo üzerinde oturmak ve yavaşça dört ayak üzerinde emeklemeye geçiş. Sonrasında bir yerlere tutunarak ayaklarının üzerinde durma çabaları ve birilerinin desteğiyle adımlar atmaya başlamak. Bir bebeğin kendi başına yürümeye başlaması ortalama dünyada 15 ayını geçirdikten sonra gerçekleşir. Kimileri için bu süre için daha azdır, kimileri için ise daha çok.
Sadece bir yürüme aşamasına geçene kadar bizim zaman algımıza göre ne çok süre geçti değil mi? Ama şu da bir gerçek ki yürüme aşamasına da bir anda yatmaktan geçmedi bebek. Arada onu yürümeye yavaşça hazırlayan yukarda konuştuğumuz adımlar oldu. Sadece bir adımı bile eksik olsa yürüme süreci tamamlanamayacaktı muhtemelen. Hepsi gerekliydi süreci için. Bebek, bütün aşamalardan geçmek zorundaydı.
Ebeveyn olarak bu süreçlere ne yavaş dedik, ne kızdık, ne sabırsız davrandık. Aksine herkes bebeğinin her aşamasını büyük bir zevkle, heyecanla izledi değil mi? O gelişime, büyümeye şahit olmak inanılmaz bir his! Bir bebeğin gözlerinin önünde gelişimini izlemek bana göre mucizeden başka bir şey değil zaten.
Bebek olunca tamam da peki neden kendimize de aynı masumiyette, aynı şefkatle ve sevgiyle yaklaşamıyoruz herhangi yeni bir durum karşısında? Bebeğe böyle bir hak tanırken, süre verirken yürümeye başlaması için; aynı hakkı ve süreyi neden kendimize vermiyoruz daha önce başımıza gelmeyen durumlarla ilk defa karşılaşırken ve ne yapacağımızı bilemezken?
Neden sabrımız yok? Neden tahammülümüz yok? Neden hemen öfkeyi yapıştırıveriyoruz acımasızca?
Hayatta her şey ama her şey zaman alıyor! İstediklerimize ulaşmak için yolumuzdaki her adımı atmak zorundayız. Ne eksik ne fazla. Ve hepsinden geçmek ise ciddi bir zaman alıyor. Bu süre herkes için değişiyor. Net bir süre yok. Bunda problem de yok. Problem herkesin başkalarını kendi zaman çizelgesine göre değerlendirmesi ve yargılaması. Mesela senin başına gelen tatsız bir olayı atlatman altı ayını alıp aynı olay arkadaşlarının üç ayını aldıysa, direk problemli gözüyle bakılıyorsun. Oysa bazı bebek 9 aylık ayağa kalkarken, bazısı 17 aylık ayağa kalkıyordu değil mi? Ve bu hiç problem değildi. Çünkü herkesin yolu, tepkileri, süreci çok başka ve asla aynı olmak zorunda da değildi.
Neden unutuyoruz bunu? Neden yapıyoruz bunu başkalarına? Neden “ama senin bu sürecin de uzadı biraz” diyerek insanlara kendilerini noksan hissettiriyoruz? Neden insanların “kendi” süreçlerine, zamanına, hızına saygı duymuyoruz?
Peki sonra ne oluyor? Başkalarından gelen yargılarla artık sen oluyorsun kendinin en büyük yargıcı! “Nasıl hala aynı yerde dururum? Nasıl hala yol alamam? Nasıl hala daha başlayamadım? Neden bu kadar yavaşım”?
Bu soruları iyi bilirim. Çok sordum kendime hunharca öfkeyle. Sorumluluk yine bende biliyorum. Kendi merkezimde sağlamca duramamanın dalgalanmalarıydı maruz kaldığım, içinde kaybolduğum. Kendime yeri geldi öfkeden delirdim, yeri geldi kendimi aşağıladım, yeni geldi kendimde hayal kırıklığına uğradım. Yaptığım seanslar, meditasyonlardan sonra bir gün dışarıdan görebildim tüm bu olup biteni. Bana yaklaşımları, kendime yaptıklarımı izledim dışarıdan en objektif üçüncü göz olarak. Sessiz tanıklık ettim kendime.
Ve durdum.
İlk önce kendime yaptığıma üzüldüm. Sonra başkalarını bu kadar duyduğum için kendime kızdım. Merkezimde sağlam durmanın gücünü yeniden kendime hatırlattım. Egoyu dinlemekten vazgeçtim. Başkalarının sürecini, süresini kıyası bıraktım. Belki ben yavaş ilerliyordum (kime ve neye göre o da ayrı bir mevzu) ama ben böyleydim. Ben buydum. Ne yapabilirdim. Zaten başkaları gibi hızlanmaya çalıştıkça daha da yavaşladım. Yavaşladıkça daha da öfkelendim; böyle çirkin bir kısır döngüye maruz kaldım. Ama dediğim gibi o kısırdöngüden bir çıkınca, kendimi olduğum gibi kabullenmeye yöneldim. Sürecimi kabule, süremi kabule yöneldim. Bu defa yolun sonunu değil, yolun kendisini gözlemledim. O kadar açıktı ki gözlerim; hedefime giderken aslında milyon şey kendime katarak ilerlediğimi gözlemledim. İşte en güzel yanı da kesinlikle bu oldu.
Günün sonunda ben diyorum ki, bir bebeğe doğduğunda yürüyemediği için güçsüz demediğiniz gibi kendinize de hayatınızda yabancısı olduğunuz yeni bir durumla karşılaştığınızda ve o an üstesinden gelemediğinizde güçsüz demeyin. Nasıl bebeklerin yürümek için zamana ihtiyacı olduğunu biliyorsanız, aynı zamanı kendinize de verin. Ve bunu yaparken asla kendinize başkalarıyla kıyaslamayın. Unutmayın ki herkesin yolu, süreci bambaşka ve kendisine özel. Bu sürecin iyisi, kötüsü, doğrusu, yanlışı yok. Nasıl bebekleri yürüyene kadar her aşamasında heyecanlanarak izliyorsanız, kendinizin süreçlerine de aynı heyecanla tanıklık edin. Nasıl bebekler her düştüğünde kocaman şefkatle sarıp sarmalıyorsanız, kendinizi de her düştüğünüzde daha da büyük şefkatle sarın.
Bu hayattaki yolunuzu, geçtiğiniz zorlu durumları, sizi kahreden hisleri, atlattığınız tüm sıkıntıları en iyi bilen sadece sizsiniz. İhtiyacınız olan en büyük üç şey; zaman, sabır ve şefkat. Kendinizi bu üç değerden mahrum etmeyin. Kendiniz için. Lütfen.
Bol şefkatle…
İlginizi çekebilir: Kendine iyi davrandığında hayatın ne kadar kolaylaştığını görmeye hazır mısın?