Yeni doğana mektup: Emeklemeye bırakırken minik bedenini, ardından izliyor olacağım seni
Çok olmadı kalbimi yerinden söküp tüm sarkaçları, kanayan damarları ile dağların soğuk sularında ellerim kıtırlaşıncaya kadar yıkadığım…
Sırtıma yapışmış cinnet kenelerini tek tek söküp yerlerini kendi tükürüğüm ile sarmaladığım.
Çok olmadı dünyada tek bir nefes bile alamamış çocuklarımın yaslarını bıraktığım.
Masumiyetimi unutup çıplak çocuk ayaklarımla dağ, tepe, tabanlarım nasırlaşana kadar saf sığınağımı aradığım.
Şimdilerde tüm yara izlerim geçmiş, ciğerim, kalbim yeni kaynamış gibi görünse de dışarıdan, aslında hala her yağmurda, kesilip dikildikleri o incecik çizgiden sızlıyorlar. Hafif bir korku, serin, sessiz bir ürperti gibi.
Olduğunu sandığın ile yollara dökülmek, açık yarayla akbabalara ciğerini açmakmış meğer. Oysa sandığımın gerçek olduğuna çok emindim ben, reddedişimin işe yaradığına…
Hayır, hiç üzülmedim! Hayır, hiç terk edilmedim! Hayır, hiç etkilenmedim!
Ne sevilmemekten, ne umursanmamaktan, ne de görülüp değer görmemekten.
Yok sayılmaktan aşınmadı derim! Dışarıda bırakılmaktan kaybolmadı sesim.
Sadece günden güne yaşam dediğim evrene bağlı iplerim tek tek koptu, hiç fark ettirmeden, yavaş…
“Hissetmiyor musun Esra?”
“Neyi?”
…
Çok olmadı yaralarımı tek tek kundak bezimden yaptığım şeritlerle saralı. Bebekliğimin o saf ışığına sığınmak için göz pınarlarıma taze çiçekler dikeli.
Neye ağladığımı bilmeden katılıp katılaşıp yerlerde iki büklüm kıvrılalı…
İçimdeki zehri dökmem, çok da kolay olmadı.
İnançsızlığımı, güvensizliğimi, ürkekliğimi, o titreyen ellerimi reddetmeye mecalim kalmadığında, bir müptezel gibi yerlerde sürünürken, kaybedecek bir şeyim kalmadığında… Kazanılacak bir şey olduğuna inancım sıfırlanıp da, o sonsuz boşlukta ağırlıksız donuk gözlerle rastgele bir süzülüşe geçtiğimde, göz göze geldim o yeni doğan ile.
Hani her şeyi bilip de gelen denilen…
Aynı hüzün var mıydı gözlerinde bilemem, ama aitlik vardı sadece bana!
Sadece bana ait. Sadece benim.
Burnunun dibine yattım, kimseye ve bir şeye ait olmayan kokusunun yamacına.
Çok canım yandı dedim, çok canın yanacak.
Ama hayat çok zor diyemem senin için, bu haksızlık olur!
Zorlansan da yürüdün, dert etme.
Ama sen, asla dinleme diğerlerini olur mu?
Rüyadakilerin kendi rüyaları ile başka başka uykulara dalma. Hiç dalmadın da, dalmış gibi yaparken kendi rüyanı unuttun, aslında hep bilirken bilmezden geldin kendini, gerçekliğin ne olduğunu karışırdın.
Yine de, dert edilecek bir şey yok, çok öğrendin olan bitenden.
Hepsi geçti.
Ama yara izlerin duruyor. Çok üzgünüm sana pürüzsüz bir beden teslim edemediğim için. Bilmezliğimle biraz sağa, sola çarptım onu. Bazı parçaları söküp takmak gerekti.
Bazı yerlerin de çalışmıyor artık, nasıl kullanacağımı da hala anlamamış olabilirim. Keşke en başından değerini bilip, öpe koklaya saklayabilseydim, ama…
Değer konusunu pek anlayamadım ben, hani neyin değerli olduğunu…
Şimdi şimdi biraz anlıyorum da, şu ana kadar olan oldu. Beni affeder misin bilmiyorum, her şeyin olabileceğini bilirken bunu da biliyor muydun? Bazen beceremeyebileceğimi?
Olduğu kadar diyemedim ben pek.
Olsun diye etimden et kopardım! Olmayınca da, saklanacak delikler aradım, beceriksizliğimle, cürümsüzlüğümle baş edemedim. Yine de kimselere çaktırmadım!
Bu yüzden, sen geldiğinde, sana senin canın hiç acımazmış gibi davranırlarsa şaşırma!
Ben öğrettim onlara bu yalanı, kimsenin suçu yok!
Ağlamadım kimsenin dizinde.
Yerlerde kendi suyumda boğulmak üzereyken vıcık vıcık… Kimseleri arayıp yardım istemedim. Bedenini koza yaptığım anamı bile…
Ondan kızma kimseye, benim rüyama kapıldılar!
Belki de bu yüzden, biraz fazla acımasız ve ayarsızlar. Sınır çekmedim, demedim buradan bir adım sonrası ciğerimin üzeri, çıkma! Nereden bilsinler?
Sana biraz iş kaldı yani anlayacağın, ortalığı toparlamak isterken bir yandan… Bir yandan da, belki halı altına sıkışmış bir iki not bulup eskiye dair bir şeyler hatırlamak, öğrenmek istersin. İp uçlarını bıraktım sana. Gerekirse diye.
Bakarsın hiç gerekmez! O zaman Ayşe ablayı çağır, evi bir güzel temizlesin! Sirkeli sularla silsin yatakları, koltukları. Kokum kalmasın!
Çünkü biraz ekşimsi kokum, uzun süre içimden atmadıklarım meyve sineği yaptılar içimde. Sirkeleşti zaar!
Fark etmedim ki, farketsem inan atardım!
Beni kendi sanıp, elindeki tüm bıçakları bedenime saplayanları durdurmadığım, o bıçakları onların kalplerinin tam ortasına yerleştirmediğim için kendime duyduğum öfke meyvesini, öylece unutmuşum. Çürüyüp kokmasaydı, daha da çok kalırdı ya…
Yok yok, intikamdan değil, seni sevmeyişimin ispatı gibiydi bu izinler, suskunluklar… Gözlerine hangi yüzle bakacağımı bilememenin verdiği telaşın öfkesi o.
Kendi kendime yaptığım ihanetin.
İhanet kabul edilir bir şey mi?
İnsanlar birbirlerini affetmiyorlar, peki ya kendilerini?
Sen beni affeder misin yeni doğan?
İçim yine de biraz hüzünlü. Hani evi sil, kokum kalmasın dedim ya?
Her yerimde yara izleri, yağmurda sızlayan kesiklerim var dedim ya?
Hani dünyanın en kötü şeyleri gibi…
Onları da seviyorum, biliyor musun? Çok seviyorum.
Hayat senin için çok da zor oldu diyemem dedim, çünkü; sen de seveceksin yaralarını.
Olmasalardı diyemeyeceksin!
Kalbini yeniden diktiğin yer her sızladığında, ne olursa olsun ne kadar çok sevdiğini hatırlayıp gülümseyeceksin!
Ellerin her kıtırlaştığında, dağların serin sularını, nehirlere akıttığın göz yaşlarını özleyeceksin.
Her kayboluşun ardından gelen aitliğin huzurlu kucağına şükredeceksin.
İstediğin kadar sildir evi Ayşe ablaya, o koltuklar, o yatak, o duvarlar artık hiç eskisi gibi olmayacak! Notları bulamasan da, o duvara her yaslandığında, dağlarda birbirine kızan bulutları izlerken attığın kahkahayı duyacaksın.
Her şey, adım attığın her yer, sana beni hatırlatacak. İhtiyacın olan her şeyi…
Seni seviyorum yeni doğan! Ensenden öpüp, emeklemeye bırakırken minik çıplak bedenini, ardından izliyor olacağım sen de bir yeni doğana devredinceye kadar hazineni…
İlginizi çekebilir: Dharma: Korkusuzca kendini var eden, yapmaya geldiğini yapan için her yer cennettir