Önümüzde çeşit çeşit meze, kulaklarımızda kadehlerin hafifçe birbirine çarpışının sesleri ve kahkahalar… Masanın bir ucundan öbürüne tatlı tatlı birbirini kızdırıp, yılların tanışıklığıyla bir diğerinin damarına basanlar… Saatler ilerledikçe masa hafifçe sağa sola sallanan bir kayığa dönüşüyor. Boğazın ortasındayız sanki, keskin, mis gibi bir iyot kokusu. Hava püfür püfür esiyor, altımızdan şıkır şıkır balık sürüleri geçiyor ya da biz öyle olduğuna inanmak istiyoruz. Şehir ışık ışık… Keyiflendikçe içiyor, içtikçe keyifleniyoruz. Hemen çaprazında yirmi senelik arkadaşın oturuyor.
“Şeyi anlatsana şeyi!” diyorsun.
İkiletmiyor. “Neyi?” diye sormuyor.
Senin ses tonundan ve konunun zamanlamasından aklından geçenin hangi hikaye olduğunu şıp diye anlayıveriyor. Bir plak koleksiyonerinin rafından nostaljik, nadide bir parça seçmesi gibi alıp pikaba koyuyor senin şu meşhur hikayeyi. Plak cızırtılarla dönüyor, odayı ısıtıyor. Arkadaşın hikayeyi her zamanki sadakatiyle, cümleleri yine o bildiğin sıraya dizerek anlatıyor. Daima çok komik. Kahkahalara boğuluyorsun. Artık hikayenin kendisine mi yoksa onun arkadaşının gözünden gördüğün haline mi güldüğünü bilmiyorsun.
Bu sofranın bir mitolojisi var. Belki yüzyıllarca değil ama on yıllarca ağızdan ağza anlatılanlarla bu sofra, “o sofra” olmuş. Kolay iş mi bu? Bir ülkenin “o ülke” olabilmesi için kaç savaş atlatması, kaç diktatör devirmesi, kaç çatışmayı çözmesi gerekiyorsa bu da öyle işte. “O sofra” olmak birikmeyi, serpilmeyi, yeni eklenenlerle uzamayı, esnemeyi gerektiriyor.
Bir zamanlar evim dediğin yere neredeyse iki gün uzaklıktaki bir ülkede, And Dağları’nın eteğinde bunları düşünüyorsun. Çünkü insan yoldayken mantıdan, karnıyarıktan, anne çorbasından çok biriktirdiklerini özlüyor aslında. Birine, “Şeyi anlatsana şeyi!” diyebilmeyi… Tanıdığın iklimden, sosyal kodlardan, alışkanlıklardan, yemeklerden, insanlardan uzaksın. Ciğerini bilmiyorsun artık karşındakilerin, öğrenmeye, el yordamıyla anlamaya çalışıyorsun. Martı sesi, ezan sesi, vapur düdüğü, şoföre çıkışan teyzenin bağırtısı senin dünyanı şekillendiren sesler değil artık.
Kavafıs haklı mıydı?
Çok bilinen şiirinde “Yeni bir ülke bulamazsın” der Konstantinos Kavafis. “Başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın…”
Hayatla derdin her ne ise ondan ülke değiştirerek kaçamazsın mı demek ister acaba karşı yakanın şairi? Eğer öyle ise bir yere kadar haklıdır da. Bu yolculuğa çıktığımdan beri hayatı boyunca yaşadığı köyden dışarı adımını atmamış öyle çok bilge ruhla tanıştım ki… Öte yandan neredeyse tüm yaşamını yollarda geçirmiş deneyimli gezginlerin kimi cahilce yaklaşımlarına çok şaşırdığım anlar da oldu. Yeni bir ülke aramak ya da yolda olmak (bence bilinçaltımızda ikisi aynı şey) hayatı daha iyi anlamanın sigortası değil yalnızca çok işlevsel bir araç. Belki de bir ilaç… Ama malum her ilaç herkese iyi gelmez. Aslında belki de insanlar ikiye ayrılıyor: Yaşamla ilgili hakikati öğrenmeye niyeti olanlar ve olmayanlar. Birinci grup hayatı boyunca masa başında da çalışsa, aynı mahallede de yaşasa kendi içinde yolculuklara çıkıp başka perspektifler kazanabiliyor. İkinci gruba ise ne Çin Seddi kar ediyor, ne de Machu Picchu.
Yol insana çok şey söylüyor ama bunları kendi dilimize çevirirken hile yapmamak, kendimize dürüst olmak gerekiyor. Onun sözleri her zaman nazik olmuyor, hırpalıyor, yoğuruyor, can yakıyor, yüzleştiriyor. Direniyor musun? Daha beter üstüne geliyor. “Sen buraya öğrenmek için geldin o zaman anlayana kadar bir yere gitmiyorsun!” diyen katı bir öğretmen gibi.
Patagonya’daki Route 40 adlı otoyolda otostop için dört saat bekletirken ne diyor mesela? “Kontrol edemezsin!” Tam durumu kabullenip çadır kurmak için arkamızı döndüğümüz an yanımızda duran arabanın anlamı ne? “Ancak hayatın akışına teslim olursan onunla uyum içinde akabilirsin.” Rio’da kredi kartımız kopyalandığında, biz panik halde dövünürken ne anlatıyor aslında? “O kadar önemli değilsin! Böyle şeyler herkes gibi senin de başına geliyor. Dövünme, ayağa kalk ve çare bul!” Uruguay’da karşımıza çıkan yetmiş yaşındaki zarif ev sahibimiz Ricardo, Türkiye ziyaretinde onu avlusuna davet eden Anadolu köylüsü aileden bahsedip seni ağlattığında peki? “Seni sen yapan geldiğin yer. Onu kucakla ki dallanıp budaklanabilesin.”
Bu ve benzeri pek çok tesadüf, terslik, tanışıklık sonucu doğruya doğru, yanlışa yanlış demeden önce durup bir düşünmeyi, sabah uyanınca hırslarına odaklanmak yerine önce şükretmeyi öğrenmeye başlıyor insan. Milim milim, “o sofra”dan uzak olmanın acısını çeke çeke, bedelini ödeye ödeye genişliyor. Ruhen evrende kapladığın alan büyümeye başlıyor.
Route 40’ta beklemeden, Rio’da hırsızlar paramızı çalmadan, Ricardo gibi gerçek bir beyefendiyle tanışmadan bizi geliştiren bir farkındalık yaşayamaz mıyız? Elbette yaşarız. Yolun bize söylediği bu cümleleri duymaya niyeti olan biri, iş yerinde yaşadığı çatışmadan, annesinin öğüdünden, bir aşk hikayesinden de bunları ve çok daha fazlasını çıkarabilir. Çünkü “Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de” diye devam eder Kavafis.
Yeni bir ülke bulabildim mi?
Yeni bir ülke bulmak için “o sofra”dan ve o sofradakilerden vazgeçmiş biri olarak bu sorunun yanıtını çok düşündüm. İlk birkaç aydan sonra Dünyanın hiçbir yerinde hayatın idealize ettiğimiz kadar iyi gitmeyeceğini, insanı insan yapanın bulunduğu ülke değil vicdanı olduğunu, şikayet ettiğimiz pek çok konunun yaşadığımız yerden çok kendi huzursuzluğumuzdan kaynaklandığını fark ettim.
Kendinize bulunduğunuz ülkedekinden daha iyi bir yaşam standardı arıyor, kariyer fırsatları için göç ediyor ya da daha alternatif bir hayat yaşamak istiyor olabilirsiniz. Ne güzel! Bence de hayat, onu tek bir ülkede geçirmek için çok kısa. Ama önce kendinizde yeni bir ülke keşfetmeden bu değişimi yaparsanız kısa süre sonra yine aynı konulardan şikayet eden ve benzer kalp çarpıntılarını yaşayan biri olmanız çok olası. İnsan kendi içinde tek bir adım atmadan bu gezegende kilometrelerce yol kat edebilir. Daha doğrusu kat ediyor gibi görünebilir.
Sorumuza dönersek, ben yeni bir ülke bulamadım ama onu ararken hayatın beni ve düşüncelerimi hızla başkalaştırdığını keşfettim. Benim ilacım evimi aramakmış. Tıpkı Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy gibi… Bildiklerimden uzaklaşıp onu aradıkça kendime yaklaşabiliyorum. Sonunda peşine düştüğüm şeyin aslında yeni bir ülke olmadığını tam da onu ararken anladım.
Bu yüzden eğer Kavafis ile arkadaş olsaydım, onunla Ege’de “o sofra”ya oturmak ve kulağına usulca şu cümleleri fısıldamak isterdim:
“Yeni bir ülke bulamazsın, yeni bir ülke olabilirsin ancak. Bu arada… Şeyi anlatsana şeyi!”
Yolculuğumuzu Instagram hesabımdan takip edebilirsiniz.
İlginizi çekebilir: Kariyer bir takıntı olmaktan çıktığında: Direktörlükten süper kahramanlığa