Her hafta yazarken o hafta başıma gelenlerden esinleniyorum. Bu hafta yemekler üzerinden kurduğumuz ilişkiler hakkındaki gözlemlerimi yazmak istiyorum.
Çiftliğimizde yabancı gönüllüler ağırlarız. Dünyanın dört bir yanından gelir, bir süre bizimle yaşar ve bizim geleneklerimizi deneyimlerler. Mesleki durumum dolayısıyla çiftlikte en önem verdiğimiz konu sofra. Her akşam hep birlikte bir sofra kurarız. Böyle kurulmuş bir sofrada Japon gönüllümüz Iroha, çok uzun zamandır eve gitmediğini ve uzunca zamandır seyahatte olduğunu anlatıyordu. O sırada evinin yemeklerini özlediğinden bahsediyordu. Dolabımızda başka bir Japon gönüllümüzün mirası “umoboshi” ( Japonlar’a özgü tuz ile fermente edilmiş erik) vardı. Onu getirdim ona. Bir anda bana baktı, aramızda derin bir bağ olmuştu artık. Hayatı boyunca unutamayacağı bir anı olmuştu, çünkü uzun zaman sonra kendini belki de ilk defa yuvada hissetmişti.
Yemekler ile ilişkimiz çok küçük yaşlarda başlıyor. Hayatımız boyunca en yatkın olduğumuz tat ilk tattıklarımızda gizli. Dilimizin ardındaki görünmez gurme bize nasıl hissettiriyorsa öyle hissediyoruz yemeğe dair. Çok şey konuşabiliriz ilişkiler ve yemek hakkında. Çorba bize neden iyi geliyor, bir kahvenin neden 40 yıl hatırı var, aşermek gibi. Hepsinin mutlaka bilimsel açıklaması var ama bana kalırsa duyguların ilişkisi çok daha yoğun.
Bir tas çorba, neden iyi gelir?
Çorba bizim hayattaki neredeyse ilk katı gıdamızdır. Anne ile kurduğumuz emzirme bağı, görevini annenin uzattığı kaşığa devreder, burada devreye oksitosin ile şefkat girer ve bu, bana kalırsa tüm yaşamımıza sirayet edecek o tadı kaydeder ve ne zaman hasta olsak o en pür halimize döner ve o şefkate ihtiyaç duyarız. Çorba bizi o ana götürür. Çünkü biliriz ki tavuk suyu çorbanın şifası, suyu kadar şefkatinde gizlidir.
Kahvenin hatrı meselesine gelince de; gerçek hikayesini bilemem fakat bence bir hususta kırgınsam bir dostuma en güzel kırgınlığımı dile getirme yöntemidir kahve. Bir kahve içip konuşalım mı diye sorarsın, sonra dökersin içini çok uzatmadan çünkü yudumu bellidir, kendini en kısa sürede, en diri halinle, dürüstçe ifade edersin, bu kahvenin buluşturması hatrını hatırlatır dostluğun.
Aşermeye de dil uzatmadan olmaz. Bebeğin karnındadır ve orada bir canlıyı hayata bağlamanın telaşı vardır. İlla ki hormonların bir oyunu bu ama hiç kimse de bu ilişki doğru değil diyemez.
Uzun yıllardır insanları izleyebilmek için açık mutfaklarda çalışıyorum. İlk tadına bakma anında yüz ifadelerini takip ediyorum. Bir anıya hizmet eden yemekler mimiklerden hemen kendini belli eder. Bunu artık gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Yemek bizim için duygusal bir köprüdür. Belki de yemeden içmeden kesilmek burada konuşulabilir ya da dünyada birkaç yıldır konuşulan Binge Eating Sendrome/Tıkınırcasına Yeme Sendromu. Duyguların yemek üzerindeki etkisini artık bilim de bize yapılan araştırmalar ile gösteriyor. Tatlı yiyelim tatlı konuşalım lafı biliyoruz ki artık bir cümleden ibaret değil.
Yemekle kurulan bağlar günümüz gastronomisinde hatrı sayılır bir yere sahip. Geleneksel aile mutfaklarından çıkan reçeteler şimdilerde aranan tatlar arasına giriyor.
Aslında duygularımızdan yola çıktığımız yazı, gördüğünüz gibi kaç istasyonda duruyor. Yeri geliyor bir tebessüme yeri geliyor bir sektöre hizmet ediyor. Geçmişten getirdiğimiz geleneksel tavır, modern yorumlar ile buluşunca yeni reçeteler birikiyor. Yemeğin dili oluşuyor, hiçbir kursa gitmeden tüm dünyanın kullanabildiği. İşte ben buna “sofranın birleştiriciliği” diyorum.
Yeryüzünde bir sofrada, dünyanın hiçbir lisanına ihtiyaç duymadan lezzet dili ile iletişim kurabiliriz. Bunun olduğuna tanık oldum. Afiyette buluşalım.
İlginizi çekebilir: ‘Sürünmeden’ sürdürebilir miyim?‘