Yavaş yavaş ısıtılan suyun içinde, suyun ısındığını fark etmeden yaşayan kurbağalardık
Yavaş yavaş ısıtılan suyun içinde, suyun ısındığını fark etmeden yaşayan kurbağalardık bizler. Sadece bir kısmımız, suyun altındaki ateşin harladığı günlerin farkına varmış, daha ılıkken kaynamaya yüz tutmuş kazandan dışarı zıplamaya çalıştık.
Her zıplayışta sudan ayrışan bedenimiz havanın serinliği ile ferahlayıp, her düşüşte kazandakilerden daha çok acı çekti suyun içinde. Çıktığı yer orası olmasına rağmen, serin havanın tenine değmiş ve onu rahatlatmış olmasından, geri dönüşlerde olduğundan da sıcak geliyordu kazandaki su.
Geri düşüşlerin acısından atılan çığlıklar, kazandan zıplamayı denemeyenlerin gözünde “aptallık” oldu. Ama pes etmedik, en azından bir kısmımız. Her seferinde biraz daha yukarı zıpladık, belki biraz da ileri. Ama hep, suya bir çığlıkla geri düştük, derilerimiz sıcaklıktan buruş buruş olmuş…
Yapma dediler kazandaki kurbağalar, her seferinde geri düştüğünüzü gördünüz. Dışarısı yok!
Buna rağmen zıplamaya devam ettik, bazı zıplayışlardan yorgun düşüp eskisinden de kısa mesafe sıçradık bir süre…
Bazen sadece yarı belimize kadar çıkabildik sudan.
Gülüştü diğer kurbağalar, bak artık zıplamayı bile beceremiyorlar!
Anlatmaya çalıştık, bu kazan gitgide ısınıyor, hepimiz burada fark etmeden öleceğiz! Bacaklarınızı güçlendirin, konsantre olun, çalışın, hep beraber zıplayalım!
Kalabalığız, su ondan sıcak, geçer dedi sudaki kurbağalar. Su böyle bir şey ve biz suda yaşarız. Kurbağalar hep böyle yaşadı!
Zıplamaya devam ettik, bu sefer sessizlikle, kendi kendimize…
Ne zıplamak zor geliyordu artık ne de geri düşüşlerimizde sıcak yakıyordu tenlerimizi.
Gün geldi eksilmeye başladık kaynayan kazandan, eksildik, eksildik, eksildik…
Zıplayan bir kurbağa bile kalmadı kazanda. Su sessiz ve dingindi artık…
Ve bir gün, sudaki kurbağalar yavaş yavaş vıraklamaya başladılar. Zıplayan kurbağalara, bizlere değil, artık suyun dayanamadıkları sıcaklığına, yavaş yavaş yüzeye çıkan cansız bedenlere…
Vrak vrak vrak…
Sadece vrakladılar.
Kazandan gelen vraklamalar kulaklarımızdan yavaş yavaş uzaklaştılar…
Bir göl kıyısında dinlenirken birimiz sordu diğerine:
-Vazgeçmeyi düşündün mü hiç?
-Evet dedi, çok kez!
-Peki nasıl devam ettin?
-Her sıçradığımda çabalayanları gördüm, her düşüşümde boş verenleri.
Boş verenlerin yaşadığını yaşıyordum zaten, ama çabalayanların nereye gideceğini merak ettim, bu yüzden de devam ettim… Peki ya sen, hiç vazgeçmeyi düşündün mü?
-Evet dedi, çok kez!
-Peki neden devam ettin?
-Ötesinin olduğunu hayal etmek kalmaktan daha güzeldi!
-Peki neden vazgeçmek istedin?
-Çünkü sevdiklerim o sudaydı, çünkü boş vermek daha kolaydı, çünkü çaba çok yorucuydu, çünkü belki…
-Belki?
-Belki bir kurbağa olmak kazanda olmak demekti…
Azla yetinmemek beni bu göle getirdi, hayalim beni bu serinliğe sürükledi.
-Sevdiklerini özlüyor musun peki?
-Sevdiklerimi sevmeye devam ediyorum.
-Sen söyle, sen neden vazgeçmek istedin?
-Zıplayıp serinlemek iyi geliyordu, bu kadarı bir kurbağaya yeter diye düşündüm. Çok ısınırsa su, yine zıplar yine rahatlarım!
Dahasına olan merakım beni kaynayan sudan dışarı çıkardı…
Bizim vazgeçmediğimiz şey, dahasına olan merakımız, yaşama duyduğumuz iştahımızdı.
Sizin vazgeçemediğiniz şey ne, iştahınız mı, alışkanlığınız mı?
İlginizi çekebilir: Sabitliğin sonsuz hapsi: Cesaretle yeninin içinde çırak olmaya ne kadar gönüllüsün?