Tercih yapabilme lüksünüz olsaydı yaşlılığın getirdiği tüm zorluklarla birlikte daha uzun yaşamayı mı yoksa daha sağlıklı ve zinde olduğunuz erken bir yaşa kadar yaşamayı mı tercih ederdiniz? Peki yaşlılığın getirdiği hiçbir hastalıkla ya da engelle mücadele etmeden, keyifle ve sağlıkla yaş alabilmenin ve ortalama yaşam süresini uzatabilmenin mümkün olduğunu söylesek? Evet, yaşam süresini uzatmak artık mümkün.
Sayılarla günümüzde yaşlılık
World Population Prospects‘in 2017 yılı raporunda yer alan verilere göre dünya popülasyonunda yaşlı kategorisinde yer alan 65 yaş üstü bireylerin sayısının 2050 yılı itibariyle iki katına, 2100 yılı itibariyleyse üç katına çıkması bekleniyor. Dolayısıyla 2017 yılında 962 milyon olan yaşlı nüfusunun 2050 yılında 2.1 milyar, 2100 yılındaysa 3.1 milyara yükseleceği öngörülüyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nün verileri de World Population Prospects’in tahminlerini destekler nitelikte: 2015 ile 2050 yılları arasında, 60 yaşın üzerindeki dünya nüfusunun oranı neredeyse ikiye katlanarak % 12’den % 22’ye çıkacak.
Genel popülasyonun yaş ortalamasının giderek yükseliyor olması ve ortalama yaşam süresinin insanlık tarihinde hiç görülmemiş bir hızda uzuyor oluşu, 21.yüzyılın en önemli sosyal dönüşüm olayı olarak tanımlanıyor.
Popülasyonun yaş ortalamasının hızla yükselmesiyle bağlantılı olarak ‘sağlıklı yaş alma’ konusu son yıllarda moleküler tıptaki araştırmaların odağında olsa da, antik Yunan medeniyetlerinden Uzak Doğu felsefelerine, ölümsüzlüğün ve uzun yaşamın sırrı insanoğlunun var olduğu günden bugüne merak ettiği ve araştırdığı bir konu oldu.
Günümüzdeyse, modern tıp ve genetik alanındaki teknolojik gelişmeler sayesinde artık yaşlanmanın nedenleriyle ilgili çok daha fazla şey biliyor ve bu bilgiler ışığında yaşlanmanın zihin, ruh ve beden sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini henüz ortaya çıkmadan engelleme konusunda etkili adımlar atabiliyoruz. Dolayısıyla ‘nasıl sağlıklı yaş alabiliriz’ sorusunun cevabına geçmeden önce, yaşlanmaya neden olan faktörleri anlamakta fayda var.
Neden yaşlanıyoruz: Yaşlanmanın biyolojik boyutu
Günümüzün 65 yaş üstü bireylerinin kendi ebeveynlerinin aynı yaşlardaki halinden daha sağlıklı yaşadıklarına, yaşlılığın beraberinde getirdiği hastalıkları ya da engellilik durumlarını daha az deneyimlediklerine dair çok az bilimsel kanıt olsa da, bundan sonraki jenerasyonların kendilerinden önceki nesillerden daha sağlıklı, daha fit ve daha ‘genç’ yaş almaları bekleniyor. Peki, yeni jenerasyonun ilerleyen yaşlarında kendilerinden önceki jenerasyona kıyasla daha sağlıklı, hem zihinsel hem de fiziksel kapasitelerini çok daha verimli kullanarak yaş alacaklarına dair bu öngörülerin kaynağı ne?
Biyolojik düzeyde yaşlanma, en basit haliyle, zamanla vücudumuzda çeşitli moleküler ve hücresel hasarların birikmesinden kaynaklanıyor. Yani kemik erimesi, demans, cilt kırışıklıkları gibi yaş almanın beraberinde getirdiği fiziksel değişimler ya da hastalıklar, hormonal değişimlerden yeni hücre üretimine ya da hasar gören hücrelerin tamir edilmesine kadar pek çok farklı biyolojik faktörle ilişkili.
Metabolizmanın tamamında yaşanan bu mikro ölçekli değişimler zamanla fiziksel ve zihinsel kapasitemizde kademeli bir düşüşe, artan hastalık riskine ve nihayetinde tüm hücre ve sistemlerimizin fonksiyonlarını yitirmesine, yani ölmemize neden oluyor. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar, vücudumuzda gerçekleşen bu biyolojik değişikliklerin kronolojik yaşımızla olan ilişkisinin düşündüğümüz kadar güçlü bir ilişki olmadığını ortaya çıkardı. Günümüzde 70 yaşında olup bedensel ve zihinsel fonksiyonlarını yerine getirmekte zorlanan, hatta yaşamını sürdürebilmek için diğer insanların yardımına ihtiyaç duyan pek çok kişinin yanı sıra, aynı yaşta olup son derece sağlıklı bir bedene ve zihne sahip olan, aktif bir yaşam sürdüren ve ‘yaşını hiç göstermeyen’ kişilerin sayısı da azımsanamayacak kadar çok.
Biyolojik olarak yaşlanmanın sebeplerini açıklamaya çalışan pek çok farklı teori olsa da, tüm teorilerin ortak noktası biyolojik yaşlanmanın oksidasyon, glikasyon ve metilasyon olmak üzere üç farklı metabolizma aktivitesiyle bağlantılı olduğu.
1. Oksidayson
Serbest radikaller, kimyasal yapılarında elektron eksiği olan ve bu eksiklik nedeniyle vücutta ‘kararsız’ halde dolaşan basit bileşikler. Serbest radikaller kararlı hale gelebilmek için elektron alabilecekleri diğer kimyasal yapıları araştırıyor, bu yapılardan elektron alıyor ve onları kararsız hale getiriyorlar.
Küçük ve kontrollü miktarlardaki serbest radikaller aslında metabolizma için oldukça faydalı ve solunum da dahil olmak üzere vücuttaki pek çok süreçte aktif rol alıyorlar. Vücut sistemlerinin çalışmasına destek olan bu serbest radikaller, hücrelerdeki oksijen metabolizması sırasında üretiliyorlar. Problem ise, bu serbest radikallerin üretimi ihtiyaç duyulandan çok daha fazla hale geldiğinde ve bu artış kontrolden çıktığında başlıyor. Vücutta serbest radikal miktarının kontrol edilemez şekilde artmasına neden olan bu duruma oksidasyon adı veriliyor.
Çevre kirliliği, sağlıksız beslenme, sigara gibi alışkanlıklar vücutta serbest radikallerin birikmesine ve vücuttan atılamamasına, yani oksidasyona neden oluyor. Vücutta biriken serbest radikaller, lipit ve proteinlerden oluşan hücre zarlarına zarar vererek mikro ölçekte hücrelerin ölmesine ya da zarar görmesine, makro ölçekteyse yaşlanmaya sebep oluyor.
2. Glikasyon
Glikasyon olarak adlandırılan metabolizma aktivitesi kandaki glikoz ve fruktoz gibi şeker moleküllerinin miktarının artması sonucu kendilerini proteinlere bağlamaları sonucu gerçekleşiyor. Kandaki fazla şekerin proteinlere bağlanması, hücre yapısını oluşturan proteinlerin diziliminde bozulmalara sebep oluyor. Çapraz bağlı proteinler, Gelişmiş Glikasyon Son Ürünleri (AGE’ler) oluşturmak için serbest radikaller ve diğer toksinlerle reaksiyona girerek daha fazla hücre hasarına neden oluyor. AGE bileşikleri, yapısı çoğunlukla proteinden oluşan hücrelere bağlandığında dokulara zarar veren çeşitli zararlı kimyasalların üretilmesine neden oluyor. AGE’ler vücuttaki çoğu dokuda bulunuyor ve miktarları yirmi yaşından itibaren artmaya başlıyor.
3. Metilasyon
Vücutta bulunan proteinler, DNA ve diğer moleküller işlevlerini yerine getirmek için vücutta doğal olarak salgılanan, metil grubu kimyasallarına ihtiyaç duyuyorlar. Vücuttaki bileşenlerin metil ile bir araya gelmesi süreci ise metilasyon olarak adlandırılıyor. Dokuların ve hücrelerin onarılması için gerekli olan bu metabolik süreç anormal DNA bölünmelerini engellediği için, DNA hasarlarının yeni hücrelere aktarılmaması için son derece önemli. Kronik iltihaplanma, enflamasyon gibi bağışıklık sisteminin fazla çalışmasına neden olan durumlar, bağışıklık sisteminin metilasyon sürecini gerçekleştirmesini sekteye uğratıyor. Bağışıklık sisteminin metilasyon süreciyle yenilenmemesi ise vücudu hastalıklara daha açık hale getiriyor.
Biyolojik yaşlanmayı önleyebilmek mümkün mü?
Günümüzde yaşlanmanın biyolojik sebeplerinin çok daha iyi anlaşılması, yaşlanmaya neden olan biyolojik faktörlerin nasıl kontrol edilebileceğiyle de ilgili bilim dünyasında önemli adımlar atılmasına aracı oldu.
Telomer uzatma, ozon terapisi gibi yaşlanmayı bütünsel olarak geciktirebilecek modern tıp uygulamaları hücre hasarının önlenmesi, yeni hücre oluşumunun desteklenmesi ve vücudun tüm sistemlerinin ilerleyen yaşlarda da fonksiyonlarını optimum düzeyde yerine getirebilmesi için sağlıklı yaş almaya yönelik yenilikçi çözümler sunabiliyor.
Modern tıbbın hücresel ve moleküler anlamda sunduğu kalıcı ve uzun vadeli anti-aging (yaşlanma karşıtı) tedavilerinin yanı sıra, yaşlanmanın dış görünümde yarattığı kırışıklık, sarkma, cilt lekeleri gibi pek çok etkinin giderilmesi için sunulan botoks ve dolgu gibi görece daha kısa vadeli, hem yaşlanmanın cilt üzerindeki etkilerini daha ortaya çıkmadan önlemeye hem de ortaya çıkan belirtileri azaltmaya ya da yok etmeye yönelik yöntemler de günümüzde yaşlılığın tanımını değiştirebilecek kadar yaygın şekilde kullanılıyor ve her geçen gün daha erişilebilir hale geliyor.
Çevresel faktörler yaşlanma sürecinde ne kadar etkili?
Yaşlanma, aslında biyolojik değişimlerin yanı sıra emekli olma, kişinin sosyal çevresindeki arkadaşlarının ve yakınlarının kaybı gibi yaşamdaki önemli değişimlerle de yakından ilişkili bir süreç. Dolayısıyla ‘neden yaşlanıyoruz’ sorusuna cevap ararken biyolojik faktörlerin yanı sıra kişinin yaşam tarzı, sosyal ilişkileri, yaşamındaki stres unsurlarının çokluğu gibi psikolojik ve sosyal faktörlerin de mutlaka göz önünde bulundurulması gerekiyor. 80 yıla yakın bir süredir devam eden Harvard Mutluluk Araştırması’nın sağlıklı ve mutlu bir yaşam için en öncelikli olan şeyin anlamlı ve derin ilişkiler olduğuna dair sunduğu çarpıcı sonuçların yanı sıra; Japonya’nın Okinawa adasından İtalya’nın Sardunya kıyılarına, dünyanın en uzun ömürlü insanlarının yaşadığı ‘Blue Zone’ olarak adlandırılan bölgelerde yapılan kapsamlı araştırmalar da beslenme tarzından uyku alışkanlıklarına, sosyal ilişkilerden çalışma koşullarına pek çok çevresel faktörün sağlıklı yaşlanma üzerinde belirleyici olabileceğini gösteriyor.
Sonuç olarak, ilerleyen yaşlardaki sağlık durumumuz en az genetik özelliklerimizle olduğu kadar yaşadığımız coğrafyadan beslenme ve egzersiz alışkanlıklarımıza, kendimizi ait hissettiğimiz sosyal gruplarımızdan cinsiyetimize, etnik kökenimizden sosyoekonomik statümüze pek çok çevresel faktörle de ilişkili. Bazılarını kontrol edebileceğimiz, bazıları ise kontrolümüz dışında olan tüm bu etmenler erken yaşlardan itibaren nasıl yaşlanacağımız üzerinde oldukça önemli bir etkiye sahip.
İyi yaşam alışkanlıkları olarak adını sıkça duyduğumuz dengeli ve sağlıklı beslenmek, düzenli olarak egzersiz yapmak ve hareketli bir yaşam tarzı benimsemek, sigara ve alkol tüketiminden kaçınmak gibi pek çok iyi yaşam alışkanlığı ilerleyen yaşlarda hastalık riskini azaltmaya, fiziksel ve zihinsel kapasitemizi geliştirmemize katkıda bulunuyor.
Kaynaklar: Dünya Sağlık Örgütü, World Population Prospects, NCBI
İlginizi çekebilir: Zihnini aktif, hafızayı güçlü, beyni genç tutmanın yolları