Yaşadığın, giydiğin, yediğin, içtiğin, gezdiğin, nefes aldığın hayatını sevebilmek

Bugün çok ama çok basit bir konuyu ele alacağız hep birlikte. Bu başlığı okuduğunuzda bu kadar mı, “Şimdi giydiğimi sevmek üzerine ne okuyacağım?” diye düşünmüş olabilirsiniz. Hatta tabii ki seveceğim, sevmediğim de nereden çıktı diye söylenmiş de olabilirsiniz… Ama ben yine de sevmek üzerine yazmak istiyorum bugün. Hayatımızı dolu dolu, koklaya koklaya gerçekten (ve gerçekten) deli dolu dedikleri vardır ya işte öyle sevebilmek…

Yaşadığımız, yani bir günümüzün her dakikasını, her anını, gün ışığından akşam karanlığına gecenin en derin saatlerine kadar sevgi ile dolabilmek… Sonra giydiğimiz, yani “öylesine” olmamak, bizim seçtiklerimiz, bizim dışarıdan görüntümüz, diğer bir söylemde aslında o günü belirleyen rengimizi deli dolu sevebilmek… Yediğimiz, yani vücudumuza kabul ettiklerimiz… Ben koşa koşa bunu mideme indirivereyim de geçeyim diye “zaman geçirmediklerimiz”… Öylesine içimize çeke çeke teşekkür ederek bize sunulan nimetin kıymetine tüm kalbimizin varlığı ile şükür vererek yediğimizi “gerçekten” sevebilmek…

Yaşadığın, giydiğin, yediğin, içtiğin, gezdiğin, nefes aldığın hayatını sevebilmek

İçtiğimizi, kanımızda dolaşanı, enerjimizin kaynağını, suyu, belki de bir bardak mis kokulu çayımızı, belki de bir bardak en güzel üzümlerden derlenmiş şarabımızı, belki de bir bardak sıcak çöllerden soğuk tepelere çıkıvermemizi sağlayan soğuk bir limonatayı örneğin… Evet yanlış okumadınız bize “armağan edilmiş” o nimete, o içeceğe tüm kalbimizle teşekkür edebilmeyi. Bize verilmiş olan bu şansı gerçekten sevebilmeyi… Dolu dolu kalbimizle doldurabilmeyi…

Gezdiğimiz gelir sonra… Sapasağlam, tam bir sağlık halinde, muhteşem bir bütünlükle, başımız ağrımadan örneğin, ağrımız, sancımız, en önemlisi bir engelimiz olmadan… Bize verilmiş vücudumuzun muhteşem sağlığı ile… Ne büyük ama ne kadar büyük bir şans olduğuna kanaat getirebilmek, kalbimizle şükrederek basabildiğimiz, toprağa sarılabildiğimiz, ağaca, bize tüm hediyelerini karşılıksız sunan ormana derince teşekkür edebilmek… Seve seve gezebilmek…

Nefes aldığımız vardır bir de… Nasıl olsa diye farkında bile olmadığımız… Geçtiğimiz yaz Samos adasına yaptığım bir yolculukta ciddi bir alerjik reaksiyonla baş başa kalmıştım. Geceleri öksürmekten uyuyamıyordum. İlaçlar, tuzlu su, yatıştırıcılar hiçbiri öksürüğümü bir nebze olsun gidermeye yetmiyordu… Belki en güzel temiz havanın muhteşem rüzgarıyla getirdiği can-ım gün batımlarına doyulamayacak bu adadaydım (ve tabii ki yemeklerin lezzetinden bahsetmiyorum bile) ama bunları görebilecek “takatim” kalmamıştı… Sonunda tatilimi erkenden keserek İzmir’e geri döndüm. Fakat sağlık durumumun ciddiyeti halen sonlanmamıştı ve kendimi bir sabah İstanbul’da bir acil servis kapısında buldum çünkü artık “resmen” nefes alamıyordum. Acil serviste bir nebülizatöre bağlandım. O ilk kez ciğerime “almaya” kabul verdiğim hava… Nasıl bir şükür getirmişti bana, günler sonra ilk kez bir saat öksürmeden, bölünmeden ve yıpranmadan sadece bir saat de olsa “uyumak” şansım olmuştu…

Yaşadığın, giydiğin, yediğin, içtiğin, gezdiğin, nefes aldığın hayatını sevebilmek

İşte nefes almak dediğimiz o basit akış, belki bu dünyada yapmayı bildiğimiz ve en çok düşünmeden yaptığımız bu işlem o derece “zor” bir işlemdi ki, benim son 15 günümü “olmadığı” durumda alıp da gitmişti… Geri geldiğinde ne mi yaptım? Herhangi bir zaman “canım sıkıldı” dediğimde hep o acil servisi hatırlıyorum… Aldığım bir tek nefes için “gerekirse” ne istenirse vermeye hazır olduğum o acil servis yatağını…

O yüzden sevmek gereklidir, aldığımız her nefesi… Nasıl olsa diyerek boşladığımız her nefesi yeniden yeniden hissederek içimize çekmemiz gerekir… Şükürle, teşekkürle, gülen gözlerimizle, içimizi dolduran neşemizle, tüm varlığımızla, canımızla, kanımızla, ama en önemlisi tüm “kalbimizle” dolu dolu sevmek gerekir…

Bugün bu yazımda bana eşlik ediyorsanız hayatınıza yeniden bakmanızı dilerim… Hayatınızı seviyor musunuz? Nedir yaşadığınızı hissettiren nedir gerçekten “gerçek” olduğunuzu size anlatabilen? Nedir derin derin şükür ettiğiniz, ettikleriniz, teşekkür etmekten asla bıkmadıklarınız? Nedir “çok ama çok sevdiğiniz” gerçekten yaşadığınızı hissettiğiniz?

Nedir sizi “siz” yapan? Nedir içinizi “gerçekten” dolduran? Nedir bugün bu yazımın bu noktasında buluşabilmemizin sebebi? Bir düşünelim…

 

İlginizi çekebilir: Elimizden gelenin en iyisine ulaşmak için: Karşı durma, yanında dur

Pınar Özeken (Ulus)
2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü ile Kimya bölümlerini bitirdi. Aynı üniversitede Biyomedikal Mühendisliği ve İspanya Pompeu Fabra üniversitesinde master derecelerini ... Devam