Yaşa, hisset, hatırla, saçmala: Kendin olmak için kendine izin ver
Hepimiz her şeyi çok biliyoruz! Etik kuralları, ahlakı, an’da kalmayı, ilişkileri, iyi/kötü enerjileri… Hepimizin ağzında bir ton laf! Bu yüzden de öğrenemiyoruz; hep bir yargılama, etiketleme…
Gözlemlediğimiz her şeyi, bildiğimiz bir konu ile bağlantılandırma telaşındayız. Öğrenmiş olduklarımıza sıkı sıkıya bağlıyız, sadece onları onaylayan bilgiyi ve tecrübeyi alıyoruz içeriye. Dışındaki her tecrübeye ise bir yafta ile yaklaşıyoruz çoğu zaman.
Bunlar hep çok bilmekten!
Bilinmeze adım atmak der ezoterizm. Bilmediğin halde orada olmaya, bilmediğin halde içinde kalıp hissetmeye, bilmediğini kabul etmeye… Ağırbaşlılık burada başlamaz mı?
Oysa ağırbaşlılığı tanımladığımız yer, bildiğimiz halde susmaktır kayıtlarımızda. Kendini bir bölgede sabitleyip oradan izleme hali tüm olanı ve biteni, sükunet ve belki de çabalı bir sabır ile…
Sabır bile bir direnç değil midir?
Bilinmez yerde, bilmediğine bakmak ve bilinmeyene adım atmaktır aslolan.
Sade ve pürüzsüz…
Direnç yok, fikir yok, sınıflandırıp etiketlemek yok. Tecrübeyi mümkün kılar bu hal. Bunun dışındaki her şey savaştır! Her yorum bir savaştır, kabul etmeye çalışma hali bile. Çabasız olmalı yaşam, çabasız olmalı aşk!
Nefes almamız bile çabalıyken, bizler nasıl anda kalmayı, anı yaşamayı tecrübe edebiliriz ki? Sadece tadına baktığımız bir sütlü tatlı olur an! Bir daha servis edilmesi için belirsizlikler içerisinde beklediğimiz…
Beklentide olanın an ile işi olur mu?
Soyunmak demek, her yaşanmıştan, edindiğimiz her bilgiden, kendimiz sandığımızdan, öğrendiklerimizden hatta gözlerimizle gördüklerimizden sıyrılmak demek!
Yaşam kuralları, ahlak, kültür, toplum, gelenek, ar, namus, töre, inanç, millet, eğitim, korunma, korku, beklenti, ihtiyaç, zaman, mekan… Hepsinden sıyrılmak…
Özgürlük, varoluş burada usul usul akmaya başlar güzel bir su pınarı gibi serin ve duru.
İçinden geçeni düşünmeden yapma haliyle, başkalarının düşünceleri ile kendini değerlendirmeme ile, kendi varoluşuna saygı ile!
Aksi halde bir kabus olur yaşam, birbirinin aynı günler, aynı düşünceler ve sıradanlığı ile çalkalanır durur.
Bu kadar sabitlik içeren zihnin, gerçek aşkı yaşaması mümkün müdür? Hiç durdurmadan kendini, başka birini ve kendisini sevmesi mümkün müdür?
Demiş ya Rumi; Ne olursan ol gel!
Ancak öz çıplaklık ile mümkündür bu durumda gelene ev sahipliği yapmak. Gelen canlıya, gelen duyguya, kapıya dayanmış olaylara… Kendisinin en küçük düşüncesine direnç gösteren hal, yaşama nasıl teslim olsun? Tanrıya nasıl ait olsun?
Bunu yapamayan bir zihnin inancının gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?
Her şey çok hızlandı, nehir gürül gürül akıyor ve biz hala meme uçlarımızı örtme derdindeyiz suya girmeden önce.
İnsanlığın trajedisi burada başlıyor.
Tanrı seni seviyor, sen mi utanıyorsun sen olmaktan? O seni olduğun halin ile görüyor, tüm karanlığın ve tüm aydınlığınla. Karanlığını ondan mı gizliyorsun?
Bin bir çelişki içinde dualite…
Oysa doğallık bize, bizim güzel hazinelerimizi sunuyor. Olduğun halin, öz halin keyfini sürmek bizi sonsuz yaşama götüren… İspat etmeye çalışmadan, direnç göstermeden, bir kaba sıkıştırmaya çalışmadan…
Karanlığımız da güzeldir bizim, o her şeyleri yakıp yıkacak gücümüz de… Korkma kardeşim, sevilmesen burada olmazdın, içinden çıkan kömür karası, belki birilerinin ocağını ısıtacaktır!
Bilme! Bilmezsen, o kömür siyah elmas olur. Bilirsen birileri soğuktan donarak ölür!
Kendini koruyacağım diye kapatma iyice, küçülüp daralma, kururma!
Sen sen olursan, hiçbir çengel takılmaz insan yumurtana!
Korunacak bir şey yok, olunacak bir şey var.
Ol yeter, sen ol, sade ve çabasız…
Her şey izin vermekle başlar…
Kendine izin ver! Kendine kendin olmaya izin ver. Yaşamaya, hissetmeye, saçmalamaya, hatırlamaya, olmaya izin ver. Ver ki dönsün çark, sana doğru…
Direnç korkudan gelir, bırak sadece bilenler korksun, bilmediklerini bileceklerinden…
Çıplak ve aydınlık bir hafta olsun!
İlginizi çekebilir: Üzerinizdeki ağırlıkları atıp günden güne hafifleyip özgürleşin