X

Yalnızlık ve anoreksiya: Müzisyen Yasenur’la yeni şarkısı Yalnız Anoreksi ve anoreksiya üzerine bir sohbet

BENİ ONUNLA YALNIZ BIRAKMA, dedim BU ŞARKIYI AL YANINA O ZAMAN, dedi.

Anoreksiya mı yalnızlaştırmıştı beni yoksa zaten yalnızdım da bundan korkup ona mı sığınmıştım, hiç bilmiyorum.

Ama tahammül edemediğim bir yalnızlık peyda olmuştu hayatımda işte. Filmlerde, kitaplarda hep yalnızlığı görür, okur olmuştum. Ne diyorlardı bana? Sevemediğin bu yalnızlığın temeli kurallardan ve dayatmalardan atılmış, anoreksiya da üstüne durmadan kaçak katlar çıkıyor mu diyordu acaba?

Dayanamamıştım sonra, sormuştum: Yalnızlık Güvenli Bir Sığınak mı Kırıp Atamadığımız Bir Buz Kalıbı mı? diye. Halen soruyorum. Artık cevabını aramıyorum belki ama bir çıkış yolu bakındığım muhakkak.

Neyse ki çabalarımda, çabalarımızda yalnız değilim, yalnız değiliz. Anoreksiya nervoza gibi ruhsal rahatsızlıklarla mücadele eden bizlere ses soluk olan güzel insanlar var. Bir de onların yazdığı şarkılar.

Yasenur’la Yalnız Anoreksi şarkısı ve müziği üzerine biraz sohbet ettik. Sizlerle de paylaşmak istedik.

Seninle konuşurken yalnızlık belki de bana en uzak duygu olmuştur her zaman. Bu yüzden elimizden gelir mi bilmiyorum ama birlikte yalnızlık, sosyal dışlanmışlık ve anoreksiya özelinde ruhsal rahatsızlıkları konuşacağız. Yeme bozuklukları dünya genelinde maalesef yanlış bir şekilde anlaşılıyor, hatta anoreksiyayı “zayıf kalma takıntısı” olarak görenler var. Ülkemizde durum daha da vahim. Farkındalık yaymak konusunda doğru dürüst girişimler göremiyoruz. Tedaviler ve bilimsel çalışmalar kısıtlı. Sen de tuttun anoreksiya hastaları için bir şarkı yazdın. Seninle paylaştıklarımın etkisi olduğunu biliyorum. Ama bu şarkıyı yazmana vesile olan başka şeyler var mıydı? Nasıl ortaya çıktığını biraz anlatır mısın?

Sen bu hastalıkla tanışmadan önce ben anoreksiyadan bihaberdim. Bırak farkındalık yaratmayı, bir anoreksiya hastası ile nasıl konuşulur; neleri söylemek, neleri söylememek gerekir, onu dahi bilmiyordum. Halen yanlış cümleler kurduğum oluyor, o ayrı. Seninle görüşmeden önce beynim ben farkında olmadan kendi kendini terbiye ediyor. “Yiyeceklerle ilgili bir şey söyleme, ‘iyi yedin mi, doydun mu?’ gibi cümleler kurma” tarzında kısıtlamalar getiriyor. Kaçınma olunca insan kendini bir anda koyuveriyor. İşler sarpa sarıyor. Sonra hatamı telafi etmek için başka cümleler kuruyorum falan. Kendimi bildim bileli, hayatımda şiir ve müzik vardı. Yine de şarkı sözü yazmayı son yıllarda geliştirdim. Yalnız Anoreksi yazdığım ikinci şarkı oldu. Uyumadan önce beni sıkıştıran birkaç dizeden ibaretti; sonraki günler tamamını yazdım. Şarkının son dizelerini şarkıyı düzenlerken eledim. Belki de içimden bir ses “bazı şeyler saklı kalsın, gizemini yitirmesin,” dedi.

Sanat bir taraftan kendimize saklamak istediklerimizi emanet ettiğimiz güvenli bir yer, doğru. Ama öbür yandan da paylaşmak için müthiş bir kaynak. Sanat saklı tutmak zorunda bırakıldıklarımızı ortaya çıkarma konusunda ne kadar güçlü sence? Bu noktada sanatın yıkıcı tarafı (başkaldırma anlamında al bunu lütfen) senin için ne ifade ediyor? Sınırları var mı?

Aslına bakarsan, birkaç uyumlu dize ve güzel bir melodi ile insanlara içimdekileri anlatabilmek bana çok güçlü bir his veriyor. Şarkı söylediğim zaman ne hissettiğimin ve kendimi hangi kelimelerle ifade ettiğimin hesabını yapamıyorum. Zaten hesap kitap olsa o duyguya giremem, dolayısıyla insanlara samimi gelmez ve tesiri olmaz. Sanatın çok güzel bir dili, zamansız ve mesafesiz bir yönü var bence; biz onu ölçüp biçmeye kalkışırsak hiç anlamamış oluruz.

Haklısın zamansız ve mesafesiz olduğu için bu kadar kapsayıcı sanırım. Şarkına gelirsek; Ben yalnız bir anoreksiğim, diyorsun. Yalnızlık ve ruhsal rahatsızlıklar arasındaki ilişkiye gelmek istiyorum ama lafı biraz dolandırmama izin ver. Anoreksiya benim için bir konfor alanı vadetmişti ve başta gözümü kamaştırıyordu. Bu alanın içinde olmaktan, sözde kontrolü elimde hissetmekten memnundum. Zamanla bu alan o denli genişledi ki kendimi göremez, sesimi duyamaz oldum. Herkese, her şeye karşı hissizleştim. Gittikçe o alanın içine çekildim. Anoreksik düşüncelere gömüldükçe utanır oldum bunlardan. Kimselere söyleyemedim bir süre, takıntılarımdan, “bozuk” yeme davranışlarımı dile getirmekten utandım. Reddedilmekten korktum yani. Rahatsızlığımın en yalnızlaştırıcı etkisini de hep böyle zamanlarda hissettim, hissediyorum. Sen bu şarkıyı yazarken anoreksiyanın yalnızlıkla olan ilişkisini nasıl görüyordun?

Aslında ben şarkımda yalnız bir anoreksi olmasını istemiyordum. Daha doğrusu, şarkıda anoreksik bir kızı anlatıyordum fakat o kızın yalnız olmasını istemiyordum. “O antipatik değildi, o sadece bir anoreksikti.” Ama yok, yalnız oluşundan utanmamalıydı. “Onu” oraya koymak zorundaydım. Anoreksiyanın yalnızlıkla ilişkisini; sen bana işten eve geldiğinde bir dilim elma yemek için mutfağa gittiğini, sonra mutfağa gittiğinde o elmayı da yemekten vazgeçtiğini, bazı günler güçsüz ve ağrılı bedeninle koltuğa gömüldüğünü, tek başına ve böyle hislerle yaşadığın dairende ne yapacağını bilemediğinden bunları hiç düşünmemek için masanın başına geçip daha da çok çalışmaya başladığını anlattığında resmettim.

Gerçekten de yalnızlığın en tahammül edemediğim şeklini senin bu resmettiğin halde yaşamıştım. Aklımdaki en canlı anıysa bir akşam işten dönerken küçük bir çocuğun köşedeki büfeyi gösterip “Abla, bana yiyecek alır mısın?” demesi olmuştu. O an onda öyle bir zenginlik gördüm ki, ona öyle imrendim ki. Çünkü ben o büfeden bir şey alıp yemekten acizdim. Eve gidip elime bir elma alıp kendimi aç bırakmaya devam edecektim. Sanırım ilk defa bu olaydan sonra yazmaya başladım. O günlerden beri de ruhsal rahatsızlıklarımızdan dolayı “ayrıksı ve hasta görülmek” riskini göze alıp konuşmamız ve paylaşmamız gerektiğine inanıyorum. Ama sosyal damgalama dediğimiz şeye katlanmak, hele de anoreksiya gibi hastalıklarla boğuşurken çok zor. “Ötekileştirilmemek” uğruna yüzümüze maskeler mi geçirmek zorunda kalıyoruz sence? Senin kendini benzer durumda hissettiğin oluyor mu? Ve bu, müziğine ne kadar yansıyor?

Anoreksiya hastalarının çevrelerindeki kişilerin onlarla ilgili düşünce ve yargılarından kurtulmak ve anoreksiyalarına daha sıkı sarılmak için plan, kurgu yapma gibi özellikleri olduğunu biliyorum. Öğünlerini yiyor gibi görünmek ama aslında yemiyor olmak gibi. Yanlış söylüyorsam, düzeltebilirsin.

Haklısın demek zorundayım. Başka neler biliyorsun merak ettim doğrusu.

Makarnanın kepeklisini seçmek, şekerli dondurmanın zararlı olduğuna ve onu şekersiz yemenin iyi bir şey olduğuna kendini ve başkalarını inandırmak, kilo almak için spora yazılmak, fakat nasıl oluyorsa bir türlü kilo alamamak kişinin anoreksiyasını korumak için kurguladığı ayrıntılar olabilir. Nitekim, anoreksiyada asıl mesele ayrıntılarda, ince ve bir sürü detayda gizli gibi geliyor bana. Belki ilk zamanlar o maskeyi kendin yaratıyor, ileriki süreçte anoreksiyanı savunacağın geçerli bir sebebin olmadığında, insanlar artık o mantığa dayandırdığın sebeplere inanmadığında o maskenin bir parçası oluyorsundur. Yüzümü sakladığım, sözümü sakındığım zamanlar elbette oldu. Sonrasında ben de senin gibi insanların beni gördüğünü, esasen kendimi kandırdığımı fark ettim. Şarkılarımı söylediğimde ve insanlarla paylaştığımda kendime ve başkalarına daha samimi olduğumu hissettim.

Maskelerle ne kadar uzun süre yaşarsan sanırım o kadar yüzüne yapışıyorlar. Günümüzde hemen hepimizin bir “Kurallar Kitabı” var gibi. Yediğimiz yemekten yaptığımız spora, uykumuzdan mesleğimize kadar her şeyi etkileyen. Bu kitabı yazarken nerelerden “ilham” alıyoruz dersin? Yeme bozukluklarında kişilik özelliklerinin yanı sıra medyanın ve güzellik sektörünün etkili olduğunu söyleyebilirim ben mesela.

İdealimizdeki sağlıklı ve mutlu hayatı yaşamak istiyoruz sanırım. Bu sebeple kurallar kaçınılmaz oluyor. İyi bir uykunun, beslenmenin kitabı oluyor. Bu alanda eğitim almış kişilerin yanı sıra, bu konuda başarılı olmuş, yaşam sevincini sağlıklı beslenmede ve düzenli spor yapmakta bulmuş bireylerin de birer sosyal hesabı ve yazdıkları oluyor. O kişi hayran olduğumuz, ne yapsa sempatik bulduğumuz biri de olabilir. Sosyal medyanın gücü tartışılmaz. Ne tesadüf, daha bu sabah takip ettiğim bir blog yazarının, ismini veremeyeceğim bir gıda takviyesi ile ilgili bir paylaşımını gördüm. Paylaşımda takipçisi bu takviyeyi aldığını ve artık spor yaparken daha zinde ve enerjik hissettiğini söylüyordu. Blog yazarı ise takipçisinin bu geri dönütünden, insanlara faydalı olabilmesinden yana çok mutlu olduğunu dile getiriyordu. Biz bu paylaşımlara o kadar kolay ulaşıyoruz ki, o takip ettiğimiz kişi hayatımızın bir parçası, arkadaşımız, güvendiğimiz bir büyüğümüz -veya o konunun uzman kişisi- oluyor. Sosyal medya hayatımızın doğal bir süreci oldu. Bizler de tatlı tatlı izliyoruz; zorlamaya bile gerek kalmıyor. Yanılsamalar doğal ve samimi bir süreçte gerçekleşiyor gibi geliyor bana. Ya da öyle mi görünüyor?

Açıkçası yanılsamaların, hatta izin verirsen çarpık fikirlerin diyeceğim, bu kadar zorlamasız ve doğal bir akışta oluşması, önümüze çıkması beni korkutuyor. Korkutuyor çünkü birçok insanın bu uyaranları benim gibi fazla ciddiye alma eğiliminde olduğunu, bunları zaman içinde bir saplantı haline getirdiğini biliyorum. Yani, sağlıklı beslenmede, sağlığın ve keyfin için spor yapmada ya da ne bileyim organik, katkısız beslenmede elbette bir kötülük yok ama bunlara olan bağın hayatını sekteye uğratmıyorsa. Bir gün şekerli bir şey yedin diye kendine eziyet etmiyorsan. Yani, denge meselesi sanırım. Ölçüyü kaçırmamak. Eklemek istediğin bir şey var mı bu konuda?

Motivasyon sağlaması açısından ben de faydalı buluyorum. Hayatımızda en ufak bir yoğunluk olduğunda sporu ikinci plana atma eğilimimiz var gibi geliyor bana. Yeme bozukluğu olmayan, sağlıklı kilosunda olanlar için söylüyorum bunu. Hâlbuki hayat hep yoğun bir tempoda gelip geçiyor. Spor bence birinci sırada olmalı. Böylece onu öteleyemeyiz. Ben kendimi böyle motive ediyorum açıkçası. Doğru beslenme ve doğru spor yapmaya gelince, her işin bir uzmanı var. Nasıl besleneceğini doktoruna danışmak, nasıl spor yapacağını antrenör ya da eğitmeninden öğrenmek bana mantıklı geliyor.

Amacım güzel olmak değil/Güzel değil biliyorum. Şarkın böyle başlıyor. Yeme bozuklukları yaşayan herkes “bunu kendime neden yapıyorum?” diye sormuştur sanırım. Bir taraftan eylemlerinin tahribatını iliklerine kadar hissediyorsun. Durdurmak, durmak istiyorsun. Hayatını geri almak istiyorsun. Yani hiçbir şekilde güzel olmadığını biliyorsun. Senin gözünde güzelliğin anlamı nedir merak ediyorum. Ulaşılması gereken bir şey mi? Bu uğurda bedenlerimizi ve akıl sağlığımızı feda etmeye değer mi?

Doğamız gereği güzel olmak istiyoruz. Beğenilmek, sevilmek, güzel olmak istememizin altında yatan o duyguyu yaşamak istiyoruz. Belki o duyguya sahip olunca, olgun bir yaşa geldiğimizde daha farklı düşünüyoruz ama o yoldan da geçmiş oluyoruz. Şimdi; “Güzellik şudur, benim için şunu ifade eder,” diyecek olsam çok kara kuru bir cümle kurmuş olacağım. Bak, “kara kuru” diyorum nedense. Bir örnekle ifade edeyim. Ben bazen metroda genç çiftler görüyorum. Birbirlerine nasıl bakıyorlar, gülümsüyorlar, bunu izliyorum. Birbirlerine benim yükleyemeyeceğim bir anlam ve güzellik yüklüyorlar. Bu da onları birbirleri için güzel kılıyor. Bu göreceli güzelliğin dışında ben etrafıma bakıp, herkeste bir güzellik bulan biriyim. Güzelliğin ulaşılamaz ya da biricik olduğunu düşünmüyorum.

Yeme bozukluğuyla mücadele edenler ve terapistler arasında meşhur bir kavram vardır: “Anoreksik/Bulimik ses.” Kişi kendisini o sesten ayırarak konuşur. O sesin hiç susmadığından, ona istemediği şeyler yaptırdığından yakınır. 

Psikolojik bir film gibi yani. 

Böyle bir benzeşme kurabiliriz, evet. Tabii şöyle bir şey var, filmi izleyip sinemadan çıkıyorsun ve belki hissettiğin gerilimin, tüm o psikolojik baskının bir süre daha etkisinde kalıyorsun. Ama anoreksik/bulimik ses dediğimiz şey feci derecede gerçek. Anlatması zor. Bir taraftan onunla öyle iç içe geçmişsin, ama bir taraftan da başka zamanlara ait bir benliğin olduğunu biliyorsun. Ben mesela artık gitgide unuttuğum bir hale geri dönmeye çalışıyorum. Hastalıklı düşüncelerin baskısı altında kalan taraf ile hastalık öncesi benlik ayrımı mantıklı geliyor mu sana? Bu ikisi birbirine ne kadar karışmış olabilir?

Seni anlayabilmek için kendi hayatımda bahsettiğine en yakın hissimi bulmaya çalışıyorum şu anda. Sanırım her ortamın, sürecin, hastalığın da olsun bir atmosferi var. Biz o atmosferin içine girince farklı hissedebiliyoruz. O atmosferde kendimizi çok sevdiğimiz de oluyor kendimizden uzaklaştığımız da. Seni anlamaya çalışıyorum diyorum çünkü bana anoreksiya ile kurduğun bir diyaloğu göndermiştin. Anoreksiya sana bir şey söylüyordu. Sonra sen ona cevap veriyordun. O seni alt etmeye çalışıyordu, devamında sen onu bir lafınla bozuyordun. Derken susuyordu. Belki de unuttuğun o eski haline geri dönmüyorsundur. Yeni bir atmosfer vardır kapında.

Evet, bunu zaman zaman yapıyorum. Elime kâğıt alıp iki sütuna ayırıyorum ve anoreksiyanın sesini kendi sesimden ayırmaya çalışıyorum. Kendimi endişeli hissettiğim anlarda biliyorum ki ona karşı gelerek hareket etmişim. O yüzden de hiç susmuyor. Endişenle oturup beklemek kolay değil ama en azından anoreksik sese uymadım diyorsun…

Bir işin içinden çıkamadığımda benim de yaptığım eylem yazmak olduğu için bu yaptığını faydalı buluyorum. Düşünceler insanın kafasında kasırga gibi dönüp duruyor. Yazdığımızda somutlaşıyor ve onlara bakıp, dokunabiliyoruz sanki. Çözüm bulmak daha kolay oluyor.

Bağ ve bağlılık kurmaktan bahsedelim biraz da. Bu ikisi farklı çağrışımlar yapıyor değil mi? İlkinde telaşsız, zorlamasız bir sevgi birlikteliği hissediyorum ben. Ama bağlılıklar sanki yalnızlıktan ya da korkularımızdan kaçmak için kurulmuş şeyler gibi geliyor. Yalnızlığından korkup birilerine ya da bir şeylere bağlı olmak zorunda hissettiğin zamanlar oluyor mu? Müziğinin bu noktada senin için özgürleştirici olduğunu tahmin ediyorum. Hem bağlılıklardan koruyor hem kendi sesini duymanı sağlıyor, ama bir taraftan da müzikle olan bağın sayesinde başkalarıyla ilişkiler kurabiliyorsun. Ne dersin?

Vallahi ne bileyim, ben her yere yalnızlığımı da alıp gidiyorum sanırım. O yüzden sorun olmuyor. Daha çok ortama uyum sağlamaya çalışan biriyim. Bağlılıklarım da oldu, oluyor. Yalnızlığımdan korkma lüksüm oldu mu, onu da bilmiyorum. Bir şarkımda şöyle diyordum:

Çocukken hep dünyaya tek başıma ve
Rastgele gönderilmiş olmak isterdim.
Tek başıma ve rastgeleyim.
Bunu şimdi fark ettim.

Görünüşe göre yalnızlığın seni dipsiz kuyulara çeken, kötü bir yalnızlık değil. Dışlanmaktan korkup sağlıksız ilişkiler, bağlılıklar kurduğumuz da oluyor çünkü. Geçen gün Tuğba Benli Özenç’in bir yazısına denk geldim. Anoreksiya hastalığını ele aldığı bu yazıda çevremizdeki insanlara şöyle diyor: “[anoreksik kişinin] Gözlerini aynadan, kendisinden ayırıp başka yerlere bakmasını, bencilce minicikleştiren döngüden çıkmasını sağlamak onlara acımaktan, gereksiz duygusallıktan çok daha iyi sonuçlar verir. En azından ilk adım için geçerli olabilir bunlar.” Yeme bozukluklarıyla mücadele edenler iyileşme yolunda ilk adımı atmakta epey zorlanıyorlar. İşte bunda bahsettiğimiz sosyal dışlanmışlık da rol oynuyor, kişinin ne kadar hasta olduğunu göremeyişi de. Ama bunlar ciddi rahatsızlıklar ve çoğumuz iyileşmek istiyoruz. Nasıl yapalım? Öyle bir şey söyle ki bize, ilk adımımızı tetiklesin. (Şarkı yazdım, daha ne söyleyeyim dersen de kabul…)

Şunu söyleyebilirim ki, atmosferinde pek mutlu olmadığım günlerimde dahi içimde güzel bir his vardı. “Evet ama neden böyle söylüyorsun?” “Durum tam tersi,” demiştim ona. Neden öyle söylediğini anlayamadan sabrettim, canım da yandı; bekledim. Beklerken de boş durmadım tabii. İlk adımınızı tetikler mi bilmiyorum ama, “Sabredin. Beklerken de boş durmayın. Biraz canınız yanacak.”

Şu an yandığı kadar yanmaz belki de… Son olarak sormak istediğim bir şey daha var. Şarkı yazıp söylemeye devam edeceksin diye düşünüyorum. Anoreksiya gibi hakkında farkındalık yaratılması gereken, saklanmaması gereken bir duruma dikkat çektin ve muhtemelen Türkiye’de anoreksiya hastaları için yazılmış tek ve ilk şarkı bu. Toplumsal meselelerden doğan başka şarkıların da var mı? Ya da yazmayı düşünür müsün? Mesela hayvanları çok sevdiğini ve ileride bir barınak kurma hayalin olduğunu biliyorum. Duyabilir miyiz senden bu konuda bir şarkı?

Dediğim gibi, plan yaparak hiç şarkı yazmadım. Öte yandan, o olay ya da duygu beni yakalarsa kaçma şansım olmaz. Barınak değil de bungalovları olan bir hayvan kasabası hayal etmiştim. Köpekler için yazdığım bir şarkı var. Kedime de yazdım. Doksanlı yılları hatırlatan eğlenceli bir şarkı oldu.

Belki yakında bu şarkıyı da dinleriz. Teşekkürler Yasenur!

Ben teşekkür ederim. Bu sohbeti yakın arkadaşımla gerçekleştirmiş olmanın sevinci bir yana dursun; bu fırsatı Türkçeye güzel eserler kazandırmış değerli bir çevirmenle yakaladığım için ayrıca mutlu oldum.

İlginizi çekebilir: Gerçek benliğimizi nasıl besleyebiliriz: 5 öneriyle ruhunuzu besleyin

Burcu Uluçay: Sözcüklerle, cümlelerle dahası dille uğraşmayı hep sevdim. Bunun üniversitede mütercim tercümanlık okumamda önemli bir payı oldu. 2012’de Marmara Üniversitesi’nden mezun olduğumda bir sene kadar çeşitli alanlarda çevirmenlik yaptım. “Şirket-bazlı” çevirmenliğin pek bana göre olmadığını anlayınca daha “naif” bir yönü olan yayıncılık dünyasına yöneldim. Fakat The University of Westminster’da Cultural and Critical Studies (Kültürel Çalışmalar) yüksek lisans programını burslu okuma şansı kapımı çalınca –pırrr– Londra’ya uçtum. 2014’te elimde afili diplomamla yurda döndüm. Ama yalnız değildim: Ben ve anoreksiya nervoza birlikte gelmiştik! Londra’ya gitmeden de ufak ufak “yoldayım” dese de pek aldırış etmediğim bu yeme bozukluğu artık sağlığım başta olmak üzere tüm hayatımı etkiliyordu ve kendisini yenmek için halen mücadele veriyorum. Bir taraftan asıl mesleğimi yani çevirmenlik ve editörlük çalışmalarımı sürdürsem de altı aydan uzun bir zamandır tam zamanlı işim buymuş gibi anoreksiya nervozadan iyileşmeye çalışıyorum. Yeme bozukluklarının nedenlerini, tedavi yollarını, iyileşen hastaların öykülerini ve güncel araştırmaları didik didik edip okumaya başladığımda tüm isteğim kendimi bu azaptan kurtarmaktı. Fakat zamanla yeme bozuklukları hakkında Türkçe yazılmış kaynakların İngilizcedekilere göre yetersiz kaldığını gördüm. Üzücü değil mi sizce de? Hele de yeme bozuklukları dünyanın hemen her yerinde bütün yaş grupları için gittikçe tehlikeli bir hal alırken. Tabii bir de yeme bozukluğu yaşayan kişilerin ailelerini, yakınlarını, arkadaşlarını düşünmek lazım. Sevdiklerine yardımcı olmak için daha güvenilir ve güncel içeriklere ulaşsalar ne güzel olur! Böylece önce kendi ailem ve yakınlarım için okuduklarıma dayanarak çeviriler ve derlemeler yapmaya başladım. TEDTalks’ta yeme bozuklukları, kaygı bozukluğu, yoga ve meditasyon gibi konularda ilham verici konuşmalar olduğunu biliyordum çünkü hemen hepsini izlemiş/dinlemiştim. Aralarında Türkçe altyazı çevirisi olmayanlar vardı. TEDTalks’un gönüllü çevirmenler projesine dâhil olup çeviriler yaptım. Sonra blog açma fikri geldi. Blogumda hem yabancı kaynaklardan edindiğim bilgileri hem de kendi deneyimlerimden yola çıkarak yazdığım içerikleri paylaşmaya başladım. Yazdıkça yazdıkça anladım ki paylaşmak ihtiyacım varmış. İtiraf etmek. Yeme bozukluklarının ciddi bir zihinsel rahatsızlık olduğunu, dahası bunu bizim “seçmediğimizi” bilin demek. Böyle böyle Uplifers’la yollarımız keşişti. Yeme bozuklukları hakkında yerleşmiş yanlış düşünceleri değiştirmek için buradaki birlikteliğimizden aldığımız güç önemli bir adım olsun. Yeme bozukluklarının zihnimize işkence eden kötücül sesine birlikte “dur” diyebileceğimize inanıyorum! Bana buradan ulaşabilirsiniz: burcu.ulucay@yahoo.com Bloguma göz atmak isterseniz: https://sahteseslereelveda.wordpress.com/

‘Evdeki herkes barista’: Bosch VeroBarista ile kahve deneyiminizi zirveye taşıyın

Kahve, şüphesiz ki pek çoğumuz için lezzetli bir içecekten çok daha fazlası; adeta bir tutku, bir ritüel… Sabahın ilk ışıklarında enerji veren, gün içindeki küçük molalarda kendimizi şımartmamızı sağlayan, bazense sohbetlerin tadını ikiye katlayan en keyifli eşlikçi. O yüzden günün farklı anlarını, farklı kahvelerle taçlandırmak gibisi yok; ne de olsa her anın kendine has bir kahvesi var. Güne enerjik bir başlangıç yapmak için yoğun aromalı bir americano ya da gün içinde en sevdiğimiz tatlının yanında yumuşak içimli bir cappuccino en iyi seçim olabilir.



Peki ya bu seçimlerimizi evde barista ustalığıyla hazırlayabilir miyiz? Elbette. Bosch Tam Otomatik Kahve Makinesi VeroBarista ile günün her anına ve her damak tadına uygun lezzetli kahveler hazırlamak mümkün; çünkü VeroBarista ile evdeki herkes barista. Her fincanınızı ustalık eserine dönüştürmeye hazırsanız, işte VeroBarista ile yapabilecekleriniz:

Kahve çekirdeklerini dilediğiniz gibi öğütebilirsiniz

Barista ustalığında lezzetli kahveler hazırlayabilmenin ilk adımı, kahve çekirdeklerini doğru bir şekilde öğütmekten ve tazeliği korumaktan geçiyor. Güzel haber; VeroBarista tüm bunları sizin için yapıyor. CreamDrive, yüksek kaliteli seramik kahve öğütme ünitesi ve özel aroma koruyucu çekirdek haznesi ile günün her saati taze çekilmiş kahve çekirdekleriniz hazır.

Üstelik çekirdek öğütme inceliğini de dilediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz. Arka arkaya iki öğütme ve ısıtma sayesinde ekstra güçlü kahvenizi tadı daha az acı olacak şekilde hazırlayabilirsiniz. AromaDouble Shot Fonksiyonu ile kahve aromasından ödün vermeden ekstra yoğun kahveler hazırlamak da mümkün. E bir barista daha ne ister, öyle değil mi?

Farklı anları, farklı kahve çeşitleriyle taçlandırabilirsiniz

Taze çekilmiş kahve çekirdeklerinin mis kokusunun yanı sıra kahve hazırlamanın en güzel yanlarından biri de hiç şüphesiz her damak zevkine uygun farklı seçenekler yapabilmek. Sert tatları sevenler, yumuşak içim tercih edenler ya da daha eğlenceli köpüklü bir şeyler arayanlar… VeroBarista’da herkes için bir şeyler var. Cappuccino, flat white, latte macchiato, sütlü kahve, OneTouch Function ile hepsini tek tuşla hazırlayabilirsiniz. Dahası, yoğun tatları seviyorsanız americanonuz da VeroBarista ile hazır.

Belirtmekte fayda var ki; bir barista ustalığında kahve hazırlayabilmek için özellikle sütlü kahvelerde doğru lezzeti yakalayabilmenin en önemli sırrı sütün sıcaklığını ve kıvamını doğru ayarlayabilmek. Neyse ki VeroBarista, ideal demleme sıcaklığı konusunda tam bir usta. Sütlü kahvelerde bile mükemmel sıcaklığı yakalıyor, süt köpüğü ve sıcak su hazırlama seçenekleri ile her kahve türünü lezzetten ödün vermeden hazırlıyor. Ayrıca sütlü kahveleriniz için de hortumlu süt adaptörü sayesinde esnek çözümler sunuyor. İster kutudan, ister şişeden, ister kendi termosundan süt alın, VeroBarista ile sonuç hep aynı; hep mükemmel.



Kişisel tercihlerinizi kaydedebilirsiniz

Geçek bir barista kahve hazırlarken mutlaka kişisel dokunuşlarıyla fark yaratır; VeroBarista da evdeki herkesin kendi ‘barista’ dokunuşunu ekleyebilmesi için kişiselleştirilmiş tercihlere göre 4 adede kadar favori kahve kaydedebilme özelliğine sahip. Böylece her yudumda tam da istediğiniz gibi bir lezzete kavuşabilirsiniz. Ayrıca evinizde baristalığı başkasına devretmeniz gereken anlarda da kahvenizin yine tam istediğiniz gibi hazırlanacağından da emin olabilirsiniz 🙂 Sıfır risk, bol lezzet…

En sevdiğiniz kahveyi, en sevdiğiniz fincanda içebilmeniz için de VeroBarista üstüne düşeni yapıyor ve yüksekliği ayarlanabilir kahve çıkışı sayesinde 15 cm yüksekliğe kadar ayarlanabiliyor. En uzun latte macchiato bardaklarınızı bile rahatlıkla kullanabilirsiniz.

Zamandan ve enerjiden tasarruf edebilirsiniz

Kahve hazırlarken lezzet kadar önemli bir şey daha varsa; o da şüphesiz ki zamandan ve enerjiden tasarruf edebilmek. VeroBarista, minimum ısınma süresiyle 45 saniye gibi çok kısa bir zamanda kahvenizi hazır hale getiriyor. Ayrıca her kahveden sonra autoMilkClean süt temizleme sistemi ile tam otomatik temizlik sunuyor ve kolayca çıkartılabilir damlama tepsisi, kahve posası kabı ve süt ağızlıkları bulaşık makinesinde yıkanabiliyor. Yani kahve keyfiniz bittiğinde sizi temizlikle hiç yormuyor. Ve son olarak ZeroEnergy Auto-off otomatik kapanma özelliği ile belirlenen saatten sonra enerji tasarrufu yapmak için kapanıyor, sizi düşündüğü kadar çevreyi de düşünüyor. Kim hem çok lezzetli kahveler yapan hem de akıllı özellikleriyle kahve hazırlamayı mükemmel bir deneyime dönüştüren böylesi bir yardımcıyı evinde istemez ki?

Siz de evinizin baristası olmaya hazırsanız, en lezzetli kahveleri kendi damak tadınıza göre ayarlamak ve her defasında mükemmel sonuçlar elde etmek için hemen tıklayabilir, VeroBarista ile tanışabilirsiniz.

*Bu yazı Bosch katkılarıyla hazırlanmıştır.





21 Günde Ustalaş: Hayatınızı dönüştürmenin kısa rehberi

Günümüz dünyasında insanlar hızlı ve etkili çözümler ararken, uzun vadeli değişikliklerin ne kadar süre gerektirdiği sorusu akıllarda yer ediyor. Araştırmalar, bir alışkanlık kazanmanın 21 günlük bir süreç olduğunu belirtiyor. Bu gerçek, “21 Günde Ustalaş” serisini şekillendiren temel düşünce. Omega Yayınları’nın yayımladığı ve Marie-Claire Carlyle, Leon Nacson ve David A. Phillips gibi alanında prestijli yazarların katkıda bulunduğu seri, hayatın farklı alanlarında bir dönüşüm yaşamak isteyen okurlara kısa ama derinlemesine bir yolculuk sunuyor. Peki, bu serinin her kitabı, okura nasıl dokunuyor? Gelin, seriye birlikte göz atalım.



Marie-Claire Carlyle-Para Mıknatısı: Zenginliğe Giden Yolda Bir Yol Haritası

Serinin ilk kitabı olan Para Mıknatısı, parayla olan ilişkimize yeni bir perspektif getiriyor. Carlyle, paranın sadece maddi bir unsur olmadığını, aynı zamanda kişisel değerimizin ve başkalarına sunduğumuz katkının bir yansıması olduğunu öne sürüyor. Kitap, okuyucuları “zengin” olmanın ötesine taşıyarak, yaşamlarında gerçekten neye değer verdiklerini sorgulamalarına yardımcı oluyor. Paranın bir enerji olduğu fikri üzerine kurulu bu kitap, hayata daha fazla refah çekmek isteyenler için önemli adımlar sunuyor. Okur, mevcut finansal alışkanlıklarını gözden geçirmeye ve “para mıknatısı” olma yolunda ilerlemeye davet ediliyor. Carlyle’ın dili basit ama etkileyici. Kitap, “Paranın Değeri” ve “Niyet Etmenin Gücü” gibi bölümlerle, paraya olan bakış açınızı tamamen değiştirebilir. Ancak bu kitap, sadece bir kişisel gelişim kitabı değil; alışkanlıkları kökten dönüştürmek isteyen herkes için bir rehber niteliğinde. Para ve refah konusunda mevcut düşünce kalıplarını yıkmak isteyen okurlar için güçlü bir başlangıç noktası sunuyor.

Leon Nacson-Rüyalar: Bilinçaltınızı Keşfetmek İçin Bir Araç

Serinin ikinci kitabı olan Rüyalar, sadece uyku sırasında yaşadığımız olayların ötesinde, bilinçaltımızın derinlerine bir yolculuk yapmamıza yardımcı oluyor. Nacson, rüyaların anlamını çözebilmek için onları hatırlamanın önemini vurgularken, okuyuculara kendi rüya günlüğünü tutmanın faydalarından bahsediyor. Modern yaşamın karmaşasında, rüyalarla ilgili sembollerin ve temaların nasıl çözüleceğine dair pratik bilgiler sunuyor. Kitap, rüya yorumlamada bireysel deneyime önem vererek okuyucunun kendi rüyalarının dilini öğrenmesini sağlıyor. Rüyaların sembolizmi üzerine yoğunlaşan bölümler, okurun bilinçaltına dair ipuçlarını yakalamasını kolaylaştırıyor. “Düşmek, Uçmak ve Kovalanmak” gibi herkesin yaşamış olabileceği rüya temalarına açıklık getirirken, kişinin ruhsal yolculuğunda bir rehber olma niteliği taşıyor. Nacson, rüyaların günlük hayatımızdaki yansımalarına dikkat çekiyor; bu da kitabı okura bilinçaltıyla ilgili derin bir keşif fırsatı sunan önemli bir araç haline getiriyor.

David A. Phillips-Numeroloji: Sayıların Gizemli Dünyası

Üçüncü kitap Numeroloji ise, yaşamın derin sırlarını anlamak için sayıların gücüne odaklanıyor. Phillips, Pisagor’un öğretilerine dayanan bu kadim bilim dalını modern hayata uyarlayarak, insanların kendilerini ve çevrelerindekileri daha iyi anlamalarına yardımcı olmayı hedefliyor. Numeroloji, sadece kişilik analizi değil; aynı zamanda kariyer seçimleri, ilişkiler ve ruhsal gelişim açısından da rehberlik sunuyor. Phillips, kitabında sayılara dair teorik bilgilere ek olarak, gerçek dünyadan ünlü örnekler sunarak konuyu daha somut bir hale getiriyor. “Ruh Sayıları” ve “Adların Gücü” gibi bölümler, okurların kişisel yaşamlarına dair önemli çıkarımlar yapmasına olanak tanıyor. Numerolojiye ilgi duymayanlar bile, bu kitap sayesinde yaşamlarını yeni bir gözle değerlendirmeye başlayabilir.

21 Günlük Yolculuk: Alışkanlıklar ve Dönüşüm

Bu seri, alışkanlıkların nasıl şekillendiğine ve yaşamda yeniye yer açmanın neden önemli olduğuna dair kapsamlı bir rehber niteliğinde. Her kitap, 21 gün boyunca okuru derin bir içsel yolculuğa çıkarıyor ve bir yandan kısa süreli bir rehber gibi görünse de her birinin arkasında büyük bir felsefi altyapı bulunuyor. Para Mıknatısı, finansal refahın anahtarlarını sunarken; Rüyalar bilinçaltımızı çözmemize yardım ediyor ve Numeroloji kişisel potansiyelimizi anlamamıza kapı aralıyor. Bu serinin en büyük gücü, herkesin hayatında bir noktada değişiklik yapma ihtiyacını hissetmesi ve 21 gün boyunca süren bu küçük ama etkili adımların, büyük dönüşümlere yol açma potansiyelinde yatıyor. Her kitap, farklı bir tema etrafında dönse de ortak payda: Bireyin kendi gücünün farkına varmasını sağlamak ve bunu bir alışkanlığa dönüştürmek.



Sonuç olarak, “21 Günde Ustalaş” serisi, hayatta bir adım öne geçmek ve yeni bir başlangıç yapmak isteyenler için ilham verici bir çalışma. Her kitabın derinliği, okurun kendine dair yeni keşifler yapmasına olanak tanıyor. Seriyi okurken hem kişisel gelişiminize katkıda bulunacak hem de alışkanlıklarınızı yeniden gözden geçireceksiniz. Hayatta yeni bir sayfa açmak için siz de bu 21 günlük yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?

Bu yazı Deniz Poyraz tarafından kaleme alınmıştır.

İlginizi çekebilir: Yaratıcılık bir hayal mi? Yaratıcı olmak mümkün mü? İyi ama nasıl?





İlgili Makale