X

Vazgeçemediğimiz muhteşem inancımız: Kendi kendimizi cezalandırmak

Şimdi başlığı okuduğunuzda ilk tepkinizi duyar gibi oluyorum, ‘ben hiç öyle bir şey yapmıyorum, nasıl yani ben kendimi neden cezalandırayım, bile bile ben mi başıma gelenleri getiriyorum, bu nasıl bir şey neden cezalı olayım canım’ dediniz değil mi?

Bu hafta beni oldukça fazla etkileyen aynen sizler gibi düşünürken, okuduğum, hissettiğim ve birebir deneyimlediğim bazı akışlar ile fark ettiğim günlük hayatımızda “başımıza neler geldi” dediğimiz akışı çok fazla etkileyen bir kavramı inceleyelim isterim sizlerle; “kendi kendimizi cezalandırma” sanatımız.

Evet yanlış okumadınız, bu bir “sanat” ve sanatçıları ise bizleriz. Yani bizler birebir aynen bir resmi nasıl yaparız onun gibi elimize boyayı kalemi fırçamızı alıyoruz ve kendi kendimize “ceza” olmak üzere çiziyoruz. Yani aslında ceza olarak inandığımız tüm kavramları kendi bilinçaltımız, inançlarımız ve korkularımız ile “başımıza getiriveriyoruz”. Bunu yaparken o derece farkındalıktan yoksun oluyoruz ki sonrasında da “bunu hak ettiğimizi” düşünerek akışa bir adım daha ekliyoruz ve “cezamızı çekmek” ile övünür hale geliyoruz…

Kendimizi neden ve nasıl cezalandırırız?

Belki içinizden şöyle geçirdiniz ‘Pınar nasıl oluyor bu kendini cezalandırmak, ben hayatımda ne için kendimi cezalandırıyor olabilirim’. Ben bu noktada yine kendi hayatımdan bazı örneklerle açıklamak istiyorum, cesaretle, şu anda geldiğim farkındalıkla ve tabi ki geçmişten bugüne kadar “büyüttüğüm” bilinçaltımın o muhteşem “cezalı hissetme” kavramı ile:

Ben başarılarım için kendimi cezalandırıyorum. Bu aslında çok küçük yaşlarıma dayanıyor, başarı kavramını “paylaşmaya” hiç alışkın olmayan ben ve “takdir edilmek” konusunda oldukça yoksun yetişmiş olan ben birleştiğinde, herhangi bir başarı ertesinde kendimi cezalandırıyorum. Nasıl mı; bunu hak etmediğimi ve bunu devam ettiremeyeceğimi bunun ertesinde mutlaka kendi kendimi sabotaj edecek bir şey koymam gerektiğini düşünüyorum.

Örneğin hayatımda şu ana kadar sadece iki koşu yarışına katıldım ve her ikisinde de dereceye girdim ve her ikisinden hemen sonra bugüne kadar çok daha uzun mesafeler ve zorlu koşullarda (karda dağda kaybolmak da dahil olmak üzere) kalmama rağmen sakatlanmamıştım, ve her iki koşudan sonra en az iki hafta antrenman yapamayacağım derecede hasta oldum veya sakatlık yaşadım.

Evlendim, mutluluğu hak etmediğimi düşünüyordum, için için mutluluk ve bu durum için kendi kendimi cezalandırdım ve sonunda aldatmayla sonuçlanan bir akışı oluşturdum. Ve evlenme durumunu böylece bir acı ile nötralize etmiş oldum. Yani hak etmediğim bir güzelliğin ertesine “hak ettiğime inandığım” bir acıyı koydum. İşte cezamı çekmiştim bile.

Üniversiteden iki bölüm bitirerek mezun oldum ve yurt dışı tekliflerini reddettim. Sözde sevdiğim adam için gitmedim, gerçekte ne olmaktaydı, bu başarı için kendimi cezalandırıyordum, bundan daha güzel bir sabotaj yöntemi olabilir miydi? Ya kendime inansaydım, örneğin ‘ben daha da çok başarı kazanabilirim, bunu devam ettirebilirim’ deseydim, o an cezamı çekmiş olabilecek miydim?

Daha pek çok detay vardır aslında, örneklerimiz bu kadar ile de bitmez. Yapabildiklerimiz kadar yapamadıklarımız için de kendimizi cezalandırmaktayızdır. Örneğin; ben bu zorunlu istirahat dönemlerimde yapmam gereken çalışmaları “yapamadığım” için kendimi cezalandırırım, kendime daha az dikkat ederim, iyileşmem daha uzun sürer; neden çünkü ben “iyileşmek hakkını” bile kendime vermemekteyimdir, cezalıyımdır ki başıma gelen akış yine kendi bilinçaltımın sonucudur.

Örneğin kardeşimle zaman geçirmek isterim, fakat aynı anda yazılarım için de kendi çalışmalarımı yapmam gerekir ve ben ona ayıramadığım zaman için kendimi cezalandırırım. Nasıl mı? Aslında ben çalışıyorumdur fakat bilincimde sürekli “yapamadıklarım” yankılanır ve sonuçta çalıştığım yazılar tamamen “benden uzak çıktılar” olur, ruhumu kelimelerde bulamam, ilhamımı kendi kendime yok etmişimdir, çünkü “ilhamsızlığı” hak etmekteyimdir; neden diye soracak olursanız yapamadığım şeyler için cezamı çekmem gerekir…

Kendimizi cezalandırmayı neden bir gereklilik olarak görürüz?

Peki daha da derine inelim, neden “ceza” çekmeyi, yani “kendimizi cezalandırmayı” bir gereklilik olarak görürüz? Yani dünyanın yaradılışında tam olarak iyi ya da tam olarak kötü yoktur. Ayrım yoktur, bir ağaç sadece ağaçtır, dalında meyve var diye “cezalandırılmak” durumunda değildir. Kendi kendine ben bu meyveyi vermeyi başardığım için “cezalıyım” diye düşünebilir mi? O sadece oluşuna eşlik eder. İşte bizler de özellikle çocukluk dönemimizde edindiğimiz “ceza” bilinci ile hareket ederiz, bu kodlar bizim yaradılışımızın bir parçası değildir. Bizler de birer ağaç gibiyiz, güzeliz, safız ve sadece meyve vermek isteriz.

Sadece hayatı deneyimlemek isteriz. Örneğin çocukken koltuktan yere atladığınızda “ceza” alırsınız, aslında bir “keşif” yapmışsınızdır. Belki biraz uçmayı, biraz düşmeyi öğreneceksinizdir, ama işte bu bir “ceza” ile özdeşleşir, yani siz hayat boyu şunu çoktan kodlamış olursunuz; ‘yeni bir şey keşfettiğimde, bu beni mutlu ettiğinde ertesinde bir “ceza” olmalı’. Çocukluk dönemimizde bunu annemiz veya babamız bizim için yapıyorken, yaşımız ilerledikçe “kendi kendimize” yapmaya başlarız yani kendi kendimize veririz bu cezaları.

Öyle küçük ayrıntılar vardır ki hayatımızda, bu kendi kendimizi cezalandırmak durumumuzu fark etmemiz gerçekten oldukça zordur. Bugün bu yazımda bana eşlik ediyorsanız, kendi içinize bakmanızı istiyorum. Sizler hayatınızda kendi kendinizi hangi sebeplerle cezalandırmaktasınız, kendi kendinize neler fısıldamaktasınız, neyi hak edip neyi hak etmediğinizi düşünüyorsunuz, hani hepimizin çok bildiği “çok güldük çok ağlayacağız” inancı sizin için geçerli mi, mutluluğunuzu siz mi sabote etmektesiniz, hangi cezaları hak ettiğinize inanıyorsunuz? Bu soruları çok dikkatlice düşünmenizi istiyorum…

Unutmayın, hayatın akışında mutlak iyi ve mutlak kötü bulunmamaktadır. “Ceza” kavramı tamamıyla bizlerin kendimizce oluşturduğu kavramlardır. İyiden sonra bir kötünün bizi bulacak olması, başarının bir başarısızlık ile dengelenecek olması, bir insan ile birlikte olmamız ertesinde ayrılmak gerekliliği gibi güzel olanların”devam edemeyeceği” ve mutlaka bir “acı” ile tamamlanabileceği inancı… Hayat sadece akıştır, ve akış, “ceza vermek” için burada değildir, bizler deneyimlemek için ve istediğimiz güzellikleri tezahür ettirebilmek için bu hayat akışının muhteşem bir parçasıyız.

Pınar Özeken (Ulus): 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü ile Kimya bölümlerini bitirdi. Aynı üniversitede Biyomedikal Mühendisliği ve İspanya Pompeu Fabra üniversitesinde master derecelerini aldı. Özellikle 2011’den bu yana moda ile ilgili çalışmalara ağırlık verdi ve hala moda üzerine yazı dizileri, farklı moda kaynaklarında yayınlanmaktadır. Yoga eğitmeni olma yolunda ilerleyen Pınar, bir Arjantin Tango aşığı. Gerçek tutkularından bir diğeri ise seyahat etmek."Dünya üzerinde ayak basılmadık toprak kalmasın" mottosu ile dünyayı dolaşmaya devam ediyor.
İlgili Makale