Bu yazıyı yazarken tepemde bir sürü gezegen oradan oraya döne döne hareket ediyor, Ay tutuluyor, yıldızlara bir şeyler oluyor ve bunlar olurken uzaydan hızla dünyaya; mavi fır fır dönen gezegene doğru bir göz attığımızda, Galata Kulesi’ne bakan bir pencere karşısında, ağlamak ile gülmek arasındaki ifadesiyle gönlünün sıkışıklığını plastik harflere basarak anlatmaya çalışan koca gözlü bir insan oturuyor… Fonda kırlangıçların kanatları ve tiz çığlıklarını yakalamaya çalışırcasına bağıran Beethoven…
Bundan seneler önce bu yaşadığım sıkışıklığın benzeri (sanırım) bir çatışma içindeyken ruhsal çalışma kampına katılmıştım.
O zamanlar, daha çok biliyordum şu halimden, dolayısı ile daha mütevazı bir insana göre çok daha uzun sürmüş olabilir fark ediş yolculuğum, zira bunun da vardır harika bir bağı ve nedeni…
Dertliydim çok o zamanlar, hayattan, insanlardan, aileden.. Aslında tamamen kendimden! Zordu ‘kendim sandığımla’ yaşamak, insanlar nasıl yapıyorlardı, nasıl oluyordu da aynı insanla, aynı bedende yaşlanıyorlardı Ölümsüzlük fikrinin cazibesi ve mümkünlüğü tamamen buradan aşina olmuş olabilir bana. Çünkü ölümsüzlük, kendinle bir bedende yaşamaktan daha zor değil. Daha mümkün bir şey…
Bu kampa gittiğimde, içimdeki ulu manitunun çıkıp insanlığa gerekli dersi vereceğini düşünüyordum, nitekim insanlığın temsilcisi olarak gerekli dersi layığıyla aldım (bir yüksek benlikler komitesi vardıysa, göbeklerini hoplata hoplata gülüyorlardır burada bana)!
Ve elbette bir yandan da kampa geliş sebeplerim vardı. İlişkim istediğim gibi değil, insanlar acımasız, işler karmakarışıktı. Çünkü her dert beni buluyordu… İnanın, sorunların tümünün, benim yolculuğuma çıkmam için verilen birer işaret, itekleyen bir güç olduğunu anlamam çok uzun sürdü.
Psikolojik destek alma çabalarım, kamplar, nefesler, aile dizimleri, şamanik ritüeller, ateşlerde yürümeler ve daha zilyon teknik ile çalıştım. Sandım ki, bütün her şey ile ilgili çalışırsam -yani tüm duygu durumlarımla- geçip gidecek, rahatlıkla unutabileceğim içimdeki küskünlükleri, yanan ateşi… Hatta söküp atacağım bünyemden! Sevgi kelebeği bir insana dönüşeceğim, evli mutlu ve çocuklu olacağım…
Öyle olmadı, oldurtmak için her şeyi yaptım, ama olmadı! Çok şükür!
Dedim ya, benim anlamam uzun sürdü, yoldaki tüm çakıllara, çiçeklere, gölge oyunlarına baka baka geldim… Hepsi neymiş anlaya dinleye, hatırlamak için tekrar ede ede… Tabii bunu da sonradan anladım!
Şimdi de benzer halleri gözlemliyorum kamplarıma gelen, katıldığım kamplardaki katılımcı arkadaşlarda da.
Önümüzde bir dert var, o olmasa tüm dünya yeşillenecek ve sonsuza kadar mutlu yaşayacağız… Şu eşiği bir geçersek, başka da bir şey olmaz, pürüzsüz dümdüz sürüp gidecek hayatımız.
Pamuk Prenses’in kötü kalpli üvey annesi ölünce her şey çok mu güzel devam etti, prens çorapları kayıp diye prensese hiç söylenmedi mi ya da yemekte ağzını şapırdattı diye?
Yanılgılarımız, çocuksu cahilliklerimiz işte…
Yaşam olduğu gibi bir sanattır. Kendine has kuralları ve matematiği olan, tüm sanat dallarında olduğu gibi. Üniversitede sanat eserlerini çözümleme dersimiz vardı. Birer kaşif gibi çalışırdık eserin üzerinde, ışığın geliş yönü, İsa’nın konumu, meleklerin yeri, semboller, renklerin yan yana ilişkilendirilmesi, altın oran… Her birine bakar, üzerinde anlatılmak isteneni, alt metinleri çözmeye çalışırdık.
Peki 600 yıl önce yapılmış bir resmin üzerinde saatlerce kafa yoran bizler, hatta biraz sarkastik bir deyişle; birinin kendi iç dengesizliği ve ruhsal kavgasını bu kadar ciddiye alıp incelerken… Varoluşun mucizesi olan kendimizi, neden rastgele, oluruna bırakıyoruz? Mucizenin yarattığı eserlere hayranlık duyarken, sadece var olması bile mucize olan ‘sana’ neden hayranlık duymuyorsun? Doğaya bu kadar hayranken, kendine hayranlıkta neden varlığını ayrıksıyorsun?
Sanatçılar, yaşamı kendi dilleri ile deşifre etmeye çalışırlar. Renklerle, semboller ile… Kullandıkları her sembol, yaşamın bize yol göstermek için seçtikleriyle benzeştir. Sanatçılar, yaşamı deşifre edip anlaşılır kılmaya çalışanlardır.
Bir nevi Matrix okuyucuları. Yaşamın içindeki her varlık, her cins, birer yaşama sanatçısıdır. Kendi dilleri, bakış açıları ile deşifre etmek, dönüştürmek için buradadırlar…
- Orkidenin; “yaşamı bir orkide olarak algılamak” adlı eseri,
- Martının; “yaşamın martısı olmak” adlı eseri dünyamızda sergileniyor!
- Esra’nın; “hayatı Esra adıyla yaşamak” adlı eseri de aynı gezegende…
Ve her bir bakış açısı, bir diğerimizin gönlünü açıyor. Burada amaç, günlerimizi sorunsuz mutlu olarak geçirmek değil, doyunca yaşamaktır! Ağlamaktır gülmektir, kavga edip pişmanlıkla ayaklara kapanmaktır, coşkudur, yenilgidir, üzüntüdür, romantizmde kaybolmak ve tekrar yeni bir güne yeni bir insan olarak uyanmaktır, ölmektir bazen, öldürmektir…
Şekilden şekle girmektir her gün, her yeni perde açılışında. Tüm yeteneğinle rollerine kaptırmak ve oyun olduğunu hep bilmek. Gülüp geçmektir her şeyin sonunda, alkışlara selam verirken… En mühimi ise her seferinde sevgiyle seçmektir ,sevgiyi seçmektir. Bu da ancak her şeyin oyun olduğunu bildiğimizde gerçekleşir. Dünya sahnesinde, ‘kendisi’ sanat eseri olan sanatçıların, ‘olma’ telaşıdır, coşkusudur bu.
Yoksa derdimiz yok sevgilimizle, hastalığımızla, acılarımızla.
Sadece anlayalım diye, büyüyüp içimizdeki renkleri, eşsiz şekilleri korkmadan ortaya koyabilelim diye oluyor olanlar. Aylar tutulup kanlanıyor, gezegenler üç tur daha atıyor, ben bunları yazarken camdan bir kumru bana bakıyor… Birimiz sevdiğinden ayrılıyor, diğerimiz annesinin kucağında ağlıyor, fonda Samuel Barber çalıyor… Her şeyin içinde bir uyum, bir uyak, bir ahenk…
“Tüm manzarayı gösterebilirim sana, buraya gelmeden göremezsin ama… Oturduğun yerden, kapanarak ağladığın o yastıktan kafanı kaldırmadan olmaz…”
Pamuk Prenses’in üzerinde bülbüller uçmasa, o Pamuk Prenses olur muydu? Sen olmasan ben olur muydum? Cadı olmasa prensesi tanır mıydık? Katil olmasa, 7 cüceyi bulur muyduk? Zehir olmasaydı, prensi öper miydik?
Gönlüm sıkışmasa bu yazı burada yazılıyor olur muydu? Evet… Denge her şeyde, her şekilde…
Bu kadar yanıyorsa canın, bu kadar karanlıksa için, o kadar parlaktır ışığın…
Bu kadar çoksa derdin, bu kadar çok demek ki çözüm yeteneğin ve gücün…
Bakmayı öğrenmek lazım, bir sanatçı, ustalaşma eğitimidir bu yaşam, elini kolunu, fikrini niyetini, yaratıcılığını, izlemeyi, ardını görmeyi öğrendiğin… Ve özgünlük… Bir şeyin sanat eseri sayılabilmesi için tek şart!
Yolda yürüyor olduğunun farkına varanlar, yavaş yavaş ayağa kalkıp çığırmaya başlarlar şarkılarını. Şamanların seremonilerde an içinde gelen icaro’ları gibi. Sesiyle, enerjisiyle, ufuktaki yolu anlatır henüz gördüğüne ikna olamamış olanlara.
Der ki, “Kaldır kardeşim o güzel kafanı gömdüğün yastıktan, aç o gözlerini de bak yarattığının ihtişamına…”
Ve yaşam da bunu yapar bizlere…
Sen kendine inanasın diye, gücünü özgünlüğünü sahiplenip kucaklayasın diye şekilden şekle girer, her tonda söyler şarkısını. Sen hangi şarkısına açmayı tercih edersen gözlerini…
Bizler, büyüyen insan yavruları, varoluş kaygılarımızdan mütevellit dünyevi dertleri asıl dertlerimiz sanarak arayışlara gireriz, bir an önce bunlardan kurtulup dünyevi hayata dönmek için. Sorunumuzun dünyevi değil de varoluşsal olduğunu anladığımız zaman durulur dünyasal dertler. O zaman gerçek ve kökten çözümlemeler başlar.
Ezoterik yaşam da, dualite de dengeye ve huzura çekilir.
Tüm bu çalışmaların, kampların, ister kişisel gelişim deyin, ister şifa çalışmaları deyin, ister şamanik ritüeller olsun, hepsi tek bir gerçekliğe hizmet eder. Varlığın kendini hatırlamasına, yani senin kendi gücüne ikna olmana.
Her birimiz, her bir ruh kendini borçludur yaşama; kendi ışığını, rengini borçludur.
İşte tam bu yüzden, hep beraberce çalışıyoruz sanat eserlerimizin üzerinde, kendimize. Ve her ifade, her arayış bizi bir adım daha yaklaştırıyor özgün halimize.
Bakış açımız arifliğimize doğru evrilince, hakikat yürüdüğümüz yolun kendisi oluyor.
Emaneti sahiplenmek de anlamak da burada başlıyor… Kendi kendini yontan ellerinizden zarafet ve şefkat eksik olmasın.
İlginizi çekebilir: Yaşam Masalı: Zihninizin şablonları nasıl çalışıyor?