Küçüklüğümden beri bana hep hedefler belirlemem ve o hedeflere gitmem öğütlendi. Ben de uslu bir çocuk olmam gerektiği ve büyüklerimin fikirlerine güvendiğim için çoğunlukla büyüklerimin sözlerini dinledim. Kendime zaman zaman içimden gelmese de hedefler belirleyip o hedefe doğru gitmeye çalıştım. Hayatta da çoğunlukla hedeflerimde başarılı oldum. Fakat burada şöyle bir sorun vardı. Hedefi başardıktan sonra içimde derin bir boşluk hissediyordum. Sanki bütün yaptıklarım bir hiç ve ben uzayın herhangi bir yerinde serbestçe salınıyordum. Bu yaşadığım boşlukla kalamadığım için, yeni bir hedef belirleyip hemen ona doğru koşmaya başlıyordum. Tabii insanın hayatta hedefleri olması güzel fakat kendi adıma kaçırdığım bir nokta vardı. Benim için her zaman hedef, yaşadığım süreçlerden daha değerliydi. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklamaya çalışayım.
Dünyanın doğal güzellikler açısından en güzel cennet rotalarından birinde maraton koştuğunuzu, bu rotayı sadece bir kere izin verilen o maratonu koşarken görebilme fırsatınız olduğunu düşünün. Fakat bu tek fırsatta bile sizin aklınız fikriniz sadece bitiş çizgisini geçmekte. Bu sırada geçtiğiniz yerleri, gördüklerinizi ya da yaşadığınız hisleri hiç umursamadan sadece bitiş çizgisini düşünüyorsunuz. Bitiş çizgisine geliyorsunuz coşkulu bir kalabalık orada sizi bekliyor ve siz yarışı iyi bir derece ile hatta belki birincilikle tamamlıyorsunuz. Kendinizi o anda bitirmenin verdiği zafer sarhoşluğuyla çok iyi hissediyorsunuz. Ertesi gün sizinle aynı maratonda koşan bir arkadaşınızla oturup konuşmaya başlıyorsunuz. Arkadaşınız geçtiğiniz etaplarda doğanın güzelliğini ve o etkileyici manzaraları, çeşitli nefis çiçeklerin kokularını, şelalelerin muhteşemliğini, çok ender görülen hayvan türlerinin görüş açınızdan kendi doğal hayatındaki seyri gibi hoşlukları anlatmaya başlıyor. Fakat siz arkadaşınıza yabancı bir şekilde bakıyorsunuz. Çünkü o anda anlıyorsunuz ki siz orada sadece hedefe yönelik koştunuz. O sırada fırsatınız varken bile ne etrafa bakıp geçtiğiniz yerlerin güzelliğini anlayabildiniz, ne de diğer şeyleri fark edebildiniz. Çünkü aklınız sadece sonuçtaydı. Bu yüzden sanki gözünüzde at gözlüğü varmış gibi siz sadece küçük bir perspektiften yola ve kendi içinizde hedefe, onun yaşatacağı hazza bakarak koştunuz.
İşte hayat, içinde bu şekilde tek sefer koşmamıza izin verilen bir maraton dersek sadece zihnimizdeki hedefleri yerine getirmek için yaşadığımız günlerin güzelliğini anlayamadan, keyfini çıkartamadan ve etrafımızdaki güzellikleri fark edemeden dar bir perspektif ile koşuyor da koşuyoruz.
Düzenli yoga (özellikle meditasyon) pratiklerimden sonra ben artık koşmayı bıraktım. Çünkü aslında ulaşılacak ne bir hedefimin olduğunu ne de varacağım bir yer olduğunu gördüm. Zaten olduğum yer ve zaman içerisinde, olduğum anın en iyi koşullarında olduğumun farkına vardım. Tabii bu demek değil ki hiçbir şey yapmadan oturuyorum. Evet çeşitli niyetlerle yine çalışmaya ve yolda gitmeye devam ediyorum fakat bu niyetlere hem sakince ve keyiflice ilerliyor hem de tüm bu yaşanılan sürecin farkındalığına varmaya çalışıyorum. Yolda çeşitli çeşitli yerlerde durmam gerektiğinde duruyor, geçtiğim sürecin tüm güzelliğini özümsemeye çalışıyorum. Tabii yol her zaman gül bahçesinden geçmiyor, ara sıra çukurların ve tümseklerin bulunduğu kurak, tatsız yerlerde oluyor. Fakat onları da görüyor ve yanından dolaşmam gerektiğinde ya da yolumu değiştirmem gerektiğinde gerekeni yapıyorum. Hislerimle ve kendi içimle bağlantı kuruyor ve süreçte ne deneyimlediğimi anlamaya çalışıyorum.
O kadar hedef odaklı bir sistem içerisindeyiz ki, her şey hedefe ulaşınca olacak sanıyoruz. Oysa hedef sadece bütünün bir parçası, nasıl bir başlangıç varsa doğal olarak bir bitiş de mevcut. Bitiş çizgisine gelene kadar o kadar yerden geçiyoruz ki onları da görüp kıymetini bilerek sürece odaklanırsak tek parça yerine tüm parçaları deneyimlemiş oluruz. Gittiğin yol da vardığın yer kadar kıymetli. Bunun için varacağın hedefi düşünmeyi bırak, şu anda attığın adımına odaklan ve o sırada yaşanılanları görmeye, anlamaya çalış. Everest’in tepesine tırmanırken gözün varacağın yere bakarak gidemezsin, önüne bakmalı, gerektiğinde dinlenmeli ve belli seviyelerde koşullara alışmak için orada bir süre vakit geçirmelisin. Yaşadığımız hayat da aynen bu şekilde. Kendi kaderimizin Everest’ine tırmanırken benzer süreçlerden geçiyor ve hepsini deneyimliyoruz. Bütün bu deneyimlere izin vermeli, sadece tepe noktasına odaklanarak yaşamayı bırakmalıyız. Bırakılmazsak ne mi olur? Ara ara ya da her gün, hedefe ulaşamamanın verdiği gerginlik, huzursuzluk, yenilgi, mutsuzluk ve başarısızlık hislerini taşırız. Oysa sadece süreçle birlikte sadece hareket halindeysen, tepe noktasını düşünmeden sadece olduğun sürecin kıymetini bilerek attığın her adımın verdiği zaferi hissedebilirsin. Bir gün tepeye ulaşıp ulaşamayacağın bilinmez ama o tepeye vardığında da kendine hemen yeni bir tepe yaratmıyor musun zaten? Belki hiçbir zaman ulaşılamayacak bir şey o son tepe…
Kendi niyetlerinle belirlediğin hedeflerinin olması çok güzel fakat her gün, her an düşünmeyi bırak ve olduğun anda olduğun koşullara odaklan. Gittiğin yol, en az varacağın hedef kadar kıymetli. Çünkü seni o hedefe taşıyandır YOL. Hayatında sonuç odaklı değil, SÜREÇ odaklı olman sana hem yaşadığını hissettirecek hem de içinde olduğun andan daha çok keyif ve mutluluk almanı sağlayacaktır. Bu farkındalıkla yaşamaya başladığında vardığın yerler hedef ya da bitiş olmaktan çıkacak ve her şey doğal bir süreç haline gelecektir. Hatta belki bu süreçte daha önceden belirlediğin hedeflerini değiştirme ihtiyacı hissedip, kendine yeni rotalar belirleyeceksin.
Hedefin, sen ona varana kadar bir hayalken, gerçeğin sadece içinde bulunduğun anda gittiğin yoldur!
Yolun keyfini çıkartman dileğiyle…
İlginizi çekebilir: Ödül ve ceza sisteminin ruhani hali: Cennette miyim yoksa cehennemde mi?