Üzerinizdeki ağırlıkları atıp günden güne hafifleyip özgürleşin
Kendimizi gözlemlemek her zaman çok zor olmuştur. Bu yüzden birçok kişisel gelişim çalışması söyle der:
“Karşınıza çıkan insanlar ve olaylar tesadüf değildir. Her biri bize bir şeyleri anlatır ve göstermeye çalışır. Eğer ki karşınızdaki kişide sizi rahatsız eden, yargılamanıza sebep olan bir durum var ise orada durup kendinize bakın.
O durum sizi aynalıyordur!
Kendinizde görmek istemediğiniz taraf, karşınızda bir şekilde oynatılıyordur.”
Kendini objektif olarak gözlemleme düzeyine erişmemiş bir bilinç için bu harika bir yöntemdir. Eğer hala kendi duygularınıza, yaşadığınız duruma kendinizden sıyrılıp bakamıyorsanız, tam karşınızda duran boy aynasına bakınız!
Gözlemlemek, sürekli olarak uyanık bir zihin ister; duru ve kaygıdan uzak…
Bu asla kaygılanmayacağız, sürekli ‘guru’ gibi sessiz bir zihinle kalacağız demek değildir. İnsanız, elbette karışacağız, elbette duygudan duyguya devineceğiz. Fakat bunun, her durumda farkında olma halidir zihnin uyanıklığı.
Bu kesinlikle, ne kadar karışmış olduğunun farkında olup, konuya daha sonra bakma kararını verebilen, kendini ve durumu objektif olarak hiçbir hipnoz altında olmadığından emin olarak izlemektir.
Burayı biraz açmak lazım tabii.
Nasıl emin olacağız hipnoz altında olmadığımızdan?
Geçen yazımda, kimin gözlükleriyle bakıyorsun dünyaya diye sormuştum.
İlgili yazı: Bir illüzyon hali: Kimliğinin farkına varmadan yaşamak
Gözümüzde gözlük olduğunun farkında bile değiliz oysa ki… O gözlüklerin her biri bizim hipnoz hallerimiz.
Kendimiz sandığımız, ‘kişilik’ ya da ‘karakter’ diye adlandırıp derinine inip bakmadığımız, sorgulamadan olduğu gibi kabul ettiğimiz, belki çocukluktan, belki nesillerden beri taşıdığımız kum torbaları.
Her bir kum torbasının, tüm bedeninizin etrafına bağlandığını düşünün, her biri bedenin bir parçasıymış gibi. Senelerce taşıdığınız, hiç bırakmadığınız, aynaya baktığınızda kendinizi onlarla tanımladığınız…
O kadar alışırsınız ki, taşıdığınızın bile farkında olmazsınız…
Gözlük kullananlara olmuştur, gözlerinde gözlükleriyle, gözlüklerini nereye koyduklarını sorarlar. Ya da güneş gözlükleriyle farkında olmadan denize girenler…
Bu kum torbaları da aynen böyle bir alışılmışlık yaşatır bizlere.
Gözlemleyen zihin; aynaya baktığında (burada ayna; dışarıdaki bir kişi ya da durum olabilir veya tekrar eden hallerinizden biri) tüm bedenini incelerken; kum torbalarını fark eder, belki sadece bir tanesini, hemen göz önünde asılı olanını.
Objektif olarak (yargılamadan, kritize etmeden, etiketlemeden) kum torbasını incelediğinde, onun ne olduğunu anlayacaktır. Çengelinin nerede asılı olduğunu…
Bu sakin ve korkusuz bir harekettir. Sadece görmek ile ilgili…
Kum torbasını çengelinden çıkarmak, ağırlığı kadar özgürlük ve hafifleme hissi verir bize.
Her bir kum torbası için, aynı şey geçerlidir. Böylelikle günden güne, soyunuruz kum torbalarımızı ve günden güne hafifleyip özgürleşiriz.
Burada başkaca önemli bir husus, kendimizi aynada her yerimize kum torbaları asılı halde gördüğümüzde, telaşla yırtınıp, çekiştirip, paralamamaktır… Şefkat her zaman, her daim kendimize verebileceğimiz en güzel hediye…
Zaman tanıyın ve kucaklayın önce, sonra yavaş yavaş, zarafetle ayıklamaya başlayın…
Herkesin bir ömür zamanı var, en nihayetinde bunu planlayarak geldik.
Yapmamız gereken tek şey, hiç vazgeçmeden, sürekli olarak çalışmaya devam etmek!
Böyle söyleyince, kulağa biraz çetrefilli ve zor geliyor biliyorum. Ama işin aslı öyle değil!
Zihin bir kere uyandı mı, idrak duygusunun tadına bakıldı mı artık oradan kimse kopmak istemiyor. Çünkü her bir çözülme hissi, her bir hafifleme bizi o en derinden özlediğimize götürüyor. Her seferinde yanan ateşe biraz daha yaklaşıyor, sıcaklığını hisseder oluyoruz. Derdimiz de bu değil mi?
Her an biraz daha kendine doğru yaklaşma hali, bizi ‘yalan’ aidiyetlerden de uzaklaştırmaya başlıyor. Körü körüne inanmış olduğumuz, hali hazırda içinde yetiştiğimiz için doğru varsaydığımız birçok toplumsal ve kültürel kum torbalarından bağımsız hale getiriyor.
Dolayısıyla varoluş tohumumuzun neden buralarda kök atmadığını da anlar hale geliyoruz. Biz, kendi toprağımıza sahip olduğumuzda, kendimiz toprak olduğumuzda… Tohumumuz da kök salıp yapraklar vermeye başlayacaktır.
Ama önce, saf bir tohum haline gelmeye bakalım, korkusuzca soyunmaya, kimin kime ne yaptığı ile ilgilenmek yerine, eski olan biteni her gün soğuk aş gibi yemek yerine, soyunup dökünelim kardeşim.
Çıplaklık güzeldir.
Bu çıplaklığın önünde duran her ne varsa; yalnızlık korkusu, kendine acıma, yetersizlik, değersizlik, drama, bağımlılık, cezalandırma isteği… Çıkarmak için, çengellerinden ayırmak için bükülmez bir niyet ile çalışalım.
Kendi ateşine yaklaşan insan, kendi kabilesine yaklaşır, ait olduğu yerde, aitliğin bir parçası olarak yaşar.
Yolumuz belliyse, toprağı belleyelim yeter, mevsimi gelince tohum patlar, ağaçlar çiçek açar…
Sevgiyle…
İlginizi çekebilir: Ne geliyorsa hoş gelsin: Yaşamın hayatımıza getirdiği öğretiler