Kurumsal hayata başladığım ilk yıllardı. İçinde bulunduğum ekibin yaş ortalaması biraz yüksekti, ben ise en küçüklerden biriydim. Benzer sektördeki diğer şirketlere göre ortam biraz daha gelenekseldi. Büyük ekip olarak yemeğe çıktığımız zamanlarda, genelde evlilik hazırlığı yapanlara tavsiyeler verilir, yeni evlenmiş olanların düğünlerinden bahsedilir ya da çocukların okulları/beslenme alışkanlıkları/hafta sonu aktiviteleri ile ilgili bilgi alışverişi yapılırdı. Ben oldukça sıkılsam da muhabbete dahil olabilmek adına, ablamın evlilik sürecinden ve yeğenimden bildiklerimle kendimce yorum yapmaya çalışırdım.
Herkesin hayatıyla ilgili konuşulduktan sonra, biri bana “Ee Kübra senin hayatında hala biri yok mu?” diye sorar ve tüm bakışlar bana yönelirdi. Detay vermeden, sadece “yok” derdim. Bazen kısa bir sessizlik olur ve başka bir konuya geçilirdi. Bazen “Ay ne güzel kızsın, her hafta sonu da dışarıdasın, hiç mi biri çıkmıyor karşına?” gibi bir soru gelirdi. Bazen ise, benim öyle bir talebim olmadığı halde, “Ay ben bir düşüneceğim çevremden sana kim uygun olabilir…” gibi bir yardım çabasına girerlerdi.
Geriye dönüp bakınca görüyorum ki, o insanlar kendilerini ilişkileri ya da aileleri olmadan tanımlayamıyordu. Dolayısıyla onlar için yalnız olmak, eksik olmak demekti. Ve o eksik, bir an önce kapatılmalıydı! Üstelik kafalarındaki formül de netti. Okuldan mezun olunur, iyi bir iş bulunur, ondan sonra evlenilir ve belirli bir süre sonra çocuk sahibi olunurdu. O dönemde henüz 25 yaşında olmama rağmen, şimdi ciddi bir ilişkiye başlamalıydım ki, tüm bu adımları geç kalmadan tamamlayabileyim.
Oysa hepimizin hayatı farklı bir hızda akıyor. Başka insanlar için geç olan şey, bizim için tam zamanında olabilir. Dolayısıyla karar bizim; toplumun beklentilerine göre hareket edip, kendimizden kopuk bir şekilde formüle göre mi yaşamak yoksa iç sesimizi dinleyip, kendi özgün yolumuzdan gitmek mi? İkinci yol birçok insan için korkutucu, çünkü belirsiz. Ve belirsizlik tehdit edici, çünkü zihnin ve egonun kontrol alanı dışında kalıyor. Tam da bu sebeple, zihnimizde net bir şekilde tanımlayamadığımız şeylerden hoşlanmıyor, hayatı ve insanları belirli kalıplara oturtma çabası içine giriyoruz.
Tabii o dönemde, ben de bu bilince sahip değildim. Bu konu gündeme geldiğinde, kendimi içten içe kusurlu hissediyordum. Sanki bende bir hata, eksiklik vardı da bu sebeple diğer insanlar gibi değildim. O dönemde, sırf bu histen kurtulabilmek adına kısa süreli ilişki denemelerim oldu. Aslında o kişilere karşı olan hislerimden pek emin değildim, hiçbiri içime sinmemişti. Ama artık o zorlu hislerin içinde kalmak istemiyor ve adeta “Bakın ben de yapabiliyorum, ben de sevilebilirim.” diye dünyaya haykırmak istiyordum.
O insanları suçlamıyorum, çünkü onlar hayata daha limitli bir çerçeveden bakıyorlardı. Üstelik her dönem hayatımızda bu tarz yorumlar yapan kişiler olabilir. Dolayısıyla bu yorumların beni kusurlu hissettirmesinin asıl sebebi, içimde gerçekten de kusurlu hisseden bir parçam olmasıydı. Oysa o parçamla temas etmemek için, hayatın diğer alanlarında “mükemmel” olmaya çalışıyor ve bunun için epey “çaba” gösteriyordum.
İşimde oldukça başarılıydım. Her daim iyi görünebilmek için sağlıklı besleniyor, düzenli spor yapıyor ve haftada 3-4 gün kuaföre gidiyordum. Ama romantik ilişki konusunu bir türlü beceremiyordum! Üstelik bu kontrol edebileceğim veya aşırı çaba ile ulaşabileceğim bir şey de değildi. Bu sebeple bu konu ne zaman gündeme gelse, “mükemmellik” maskemin ardında herkesten saklamaya çalıştığım yaralı parçam açığa çıkıyordu.
O dönemde ilişkilerimde çok fazla hayal kırıklığı yaşasam da hala “kurtarılmayı” bekliyordum. Biliyordum ki, aynı romantik-komedi filmlerinde ya masallarda bize gösterildiği gibi, sonunda biri beni sevecek ve ben artık eksik ya da kusurlu olmayacaktım. Tam da böyle birini bulduğumu düşünmüşken, acı ve ani bir terk edilme ile büyük bir çöküş yaşadım. O gece benim için ruhun karanlık gecesiydi. Uyanışım için gelen sert bir çağrı… Artık aynı şekilde var olmaya devam edemezdim. Yeniden aydınlığa çıkabilmek için karanlığın içinde bir süre kalmam gerekti. Bu da çıplak kalmak demekti. Maskelerimi indirmek, savunma mekanizmalarımı bırakmak, bastırdığım yaralı parçalarımın ortaya çıkmasına izin vermek… Ve zaman geçtikçe anladım ki, beni gerçekten sevecek ve kusurlu olmadığımı gösterecek kişi; bendim. Yıllarca beyaz atlı prensimi aramıştım, fakat masalın hem prensesi hem de prensi kendim olmam gerekiyordu. Kendimi ancak kendim kurtarabilirdim.
Joe Dispenza der ki: “Eğer mutlu olmak için dış dünyadaki şeylerin değişmesini bekliyorsak, o zaman kuantum yasasını takip etmiyoruz demektir. İçimizi değiştirmek için kendimizi devamlı dışarıya bağımlı kılıyoruz. Sevgiyi hissedebilmek için yeni bir ilişkiyi bekleyemeyiz. Onu önce içimizde bulmamız gerekir.”
Ben de zamanla kendimle olan ilişkimi dönüştürüp, sevgiyi ve tamamlanmayı dışarıda aramaktan vazgeçtim. Kafamda hep “sevgilim olunca yapılacaklar” gibi bir liste vardı. Onları tek tek, yalnızca kendim için hayata geçirmeye başladım. Kendime sık sık “seni nasıl mutlu edebilirim” diye sordum. Dışarıya bağımlı kalmaktan vazgeçip, kendime sahip çıkmak o kadar özgür ve güçlü hissettiriyordu ki… Ve tam da o dönemde karşıma “O” çıktı. Önce iç dünyam, sonra dışarıya yaydığım enerji değişmişti. O enerji beni yeni bir frekansa taşımış (aynı istediğimiz şarkıyı dinlemek için radyoyu yeni bir frekansa ayarlamak gibi) ve doğru kişiyi ancak o zaman hayatıma çabasız bir şekilde çekebilmiştim.
Şu aralar malum, Venüs Aslan burcunda retro hareketinde. Benim doğum haritamda ise Venüs Aslan burcunda durağan konumda. Yani retrodan çıkmak üzereyken, durağan harekete geçtiği gün ben doğmuşum. Hepimizin haritasında bu gibi zorlu yerleşimler/acılar olabilir ama hepsi tekamül yolunda bizi geliştirmek için var. Durağan Venüs’üm bana ilişkilerimde yıllarca aynı deneyimleri yaşattı, ta ki ben dersimi idrak edene kadar! İşte o farkındalığı aksiyona dönüştürdüğümüz noktada, haritamızdaki tüm olumsuzlukların üstüne çıkabiliriz.
Venüs Aslan burcunda; kendi değerimizi bilmeyi, toplumun beklentilerinden özgürleşip, kalbimizin en derin arzularını keşfetmeyi ve o arzuların peşinden gidebilmek için sahip olmamız gereken cesareti/kırılganlığı öğretir. Evet hayatıma doğru bir partner çektim fakat ilişkimizi belirli bir noktaya getirebilmek için kırılgan olabilmeyi de öğrenmem gerekti. Sadece ilişkilerimde değil, hayatın her alanında gerçek bir Venüs aslan olmayı öğrenmek, benim için ömür boyu sürecek bir yolculuk.
Retrolar, odağımızı kendi içimize döndürmek ve fiziksel realitemizi değiştirmek için gerekli içsel çalışmayı yapmak için uygun dönemler. Joe Dispenza “Beyin düşünür, ama kalp bilir.” der. Siz de bu retroda Venüs’ün ve aslan burcunun temsil ettiği konuları gözden geçirip, kalbinize sorun:
- Ben kendime nasıl daha fazla değer verebilirim?
- Ben kendimi nasıl mutlu edebilirim?
- Kalbimin yaralarını nasıl iyileştirebilirim?
- Tüm dış faktörlerden bağımsız, ben (kalbim) gerçekten ne istiyorum?
İlginizi çekebilir: Michael Jordan’ın yaşamından ilham alarak içsel savaşçınızı uyandırın Michael Jordan’