Kendimi seviştiğim adamın orgazm olması gerekliliğine kaptırmış fikrimle yataktayım. Bir yatak işçisi, hani bir sonuca ulaşabilirsek kendini iyi hissedecek bir kız çocuğu… Neleri sevip neleri sevmeyeceğine dair, hatta yatakta yeteri kadar iyi olursam beni terk etmeyeceğine, benden vazgeçmesinin kolay olmayacağına dair düşünceler… Ve tabii ki kendimi tüm bu zevke bırakırsam hakkımda oluşabilecek yargılar. Ne kadar ıslandığım, ne kadar aktif olduğum, ne kadar keyif alabildiğim… Hepsi bu başarı skalasının içinde.
Ve en sevdiğim soru: “Orgazm oluyor musun?”
Sanki seviştiğim erkeklerin hepsi birer seks tanrısı ve orgazm olamadığım için kendimi suçlayan hallerim… Bende bir sorun var.
Kadını araştırmayan, onunla bağ kurmayan, onun tüm katmanlarından geçmeyen ama yine de olan “penetrasyon”a şükretmesini bekleyen ve dahası elinde bundan fazlası olmayan erkekleri sorgulamadan kabul ediyoruz.
“Daha hızlı ya da daha sert?”
Elimizde iki seçenek var!
Sanki erkeğin aldığı keyiften sorumlu kadın. Sanki yatakta olan biten her şeyden sorumlu. Ateşin yüksekliğinden, motivasyonun korunmasından, ahlaki sınırların tutulmasından, doğum kontrolünden…
“Neden düz bir penetrasyon ile orgazm olmuyorsun ki?”
Kaçımız düz ve sıkıcı bir penetrasyonun ortasında kalkıp gitmeyi, sevişmeyi durdurmayı seçiyoruz?
Bunun yerine istemediğimiz, keyif almadığımız bir durumu sonlandırmak yerine, “Bitse de gitsek” moduna geçmemiz daha aşina değil mi?
Ve tam burada geldiğinde o “Orgazm olmuyor musun?” sorusu…
Cevap, “aAslında senlik bir şey yok, ben biraz… Yani çok kolay olmuyor.”
Ve adam rahatlar, konunun onunla ilgisi yoktur, sende bir gariplik vardır.
Bu yetersizlik, suçluluk duygularının kapıya dayanmasına sebep olur. Yeterince seksi, yeterince arzulu, güzel, özgüvenli vs. değilsindir. Bir yerde bir şeyler eksiktir ve bu senin “bozuk” olmanla ilgilidir. Yeterince kadın değilsindir!
Aşina değil mi?
Oysa sevişirken kadın ile bağ kuran bir adam, onun nerede keyif alıp nerede almadığını, nerede kapandığını izleyebilir. Orgazma koşan “eril” düşünce, sürecin nasıl ilerlediği ile ilgilenmez. İster kadın bedeninde, ister erkek bedeninde olsun bu eril düşünce, bağ kurmayı unutur, önemsemez. Kurduğu bağ, yakaladığı havucun büyüklüğü ile orantılıdır. Eğer büyük bir havuç yakaladı ise, burada biraz daha kalması için, şimdi edindiği havuçtan daha büyüğünü alabilmesi için bir olasılık var olmuştur.
Fakat bu senaryoda, kadın da erkek de yoktur. Burada bir birleşme yoktur. Burada bir savaş ve sonuç vardır.
Oysa sevişme halinde bir sonuç yoktur, süregelen bir dalgalanma vardır. Dalgaların birbirine çarpması, sonra ahenkle yükselip alçalmaları vardır. Bir danstır, bir diyalogtur. Monolog değildir, diyalogtur.
Diyalog içinde hissetmeyen kişi, kendini oyunun dışında hisseder, kendini kenara atılmış hisseder. Ve ateşi söner. Ve bu durum sürer ise yavaş yavaş kendini hadım eder.
Tıpkı ülkemiz kadınlarının çoğunluğunda olduğu gibi. Kadınlıklarından, arzularından, vahşiliklerinden, zarafetlerinden feragat ederler, ederiz…
Daha az hayal kuran, daha az hisseden, kendi kadın kimliğinden utanan, sergilemekten çekinen ya da egzajere edilmiş sergilemelere kaçan hallere bürünürüz, itiliriz…
Çünkü algımız, sekse bakışımız sınırlı, kısıtlıdır. Yargılar ile doludur. Kaygılar ile doludur.
Ve bu yargıları kırmak isteyenlerimiz, buna isyan edenlerimiz ise, eril modelin “özgürlük” sunumunu taklit eder.
Bir kadın gibi özgür olmaz, bir erkek gibi özgür olur kadın bedeninde… Elbette ki bu da, aradığı o kadın esansını vermez bu kadınlara. Sadece isyan ve başkaldırıyı, en azından bir öfke ifadesini verir ve bu da bir nevi tatmin edici olur.
Tantrik sekste her birey kendi orgazmından sorumludur. Ama bu partneri görmezden gelmek demek değildir. Partnerin kendi istek ve arzuları yönünde hareket etmesine alan açmak, onu desteklemek ve bunu yaparken kendinden vazgeçmemek demektir. Bu savaşın bir kazananı olmayacak, iki dansçısı olacaktır. Belki biri finali yapar, diğeri de bulunduğu alan içinde kendini maksimum derecede ifade eden olur.
Üreme güdümlü seksin yaşamlarımızda sadece kılık değiştirerek var olması kişilerin cinsiyetleri ile ilgili yanlış fikirlere, yargılara kapılmasına sebep olduğu gibi hiyerarşik de bir algı oluşturur. Domine etmek veya edilmek bir oyun, anlık hislere göre değişen bir dalgalanma olmak yerine sosyal kimlik haline gelir. Ki yaşadığımız şey budur. Her ne kadar domine edilmek isteyen bir eril var ise de karşımızda, kadın bedeninde olanlar olarak, sadece erkek bedeninde oldukları için tüm fikirsel dominasyonları kabul edip kendi domine eden gücümüzden de feragat ederiz. Karşımızdakinin “gururunu” kırmamak, onun şimdiye kadar edindiği erkeklik tanımına zarar vermemek için.
Yani kısaca kadınlar da, erkekler de erilin edindiği gururlu kimliği korumak için kendi zevklerinden feragat ederler. Şimdiye kadar öğrenilmiş olan tanımı devam ettirmek, zedelememek için gerçek olmayan kimlikler yaratırlar. Porno, bunun en bariz göstergesidir.
Cinsel olarak kendimizi keşfetmemizin bir tabuya takılıp kalması, aslında bahsettiğimiz erkek-kadın olma hikayelerimizi en derinden baltalar. Kadın olmayı veya erkek olmayı fikirsel bir yerden, zihinden deneyimlemeye iter. Oysa günlük hayatlarımızda daha çok cinsiyetsiz veya cinsiyetinden ayrı bir noktada seyreden enerjiler ile yaşarız. Flört, kur, cinsel enerjinin aktarımı hep tabu olmuş düşüncelerin içine sıkışır kalır.
Her insan, cinsiyeti ne olursa olsun, kendini tanımalı ve deneyimlemelidir. Aynen duygulardaki ustalık gibi, bedende ve bedenin getirdiklerinde de ustalık şarttır. Böylelikle bir bütünlük var olabilir. Nasıl öfke duygumuzu bir makas ile kesip atamıyor ama onu kullanmayı, dönüştürmeyi öğreniyorsak, cinsel organlarımızı da kullanmayı, -ki burada sadece penis ve vajinadan bahsetmiyorum, tüm bedenimizden bahsediyorum- kullanmayı öğrenmeliyiz. Bedenin bir bütün olduğunu…
Seksi pornolardan, kulaktan dolma hikayelerden öğrenmiş bir toplum olarak, kendi seksüel hikayelerimizi yazmalı, bu bedende, bu duygularda, bu yaralarla kaplı “…” insanın bedeni ve bütünlüğü, aşk içinde kendini nasıl ifade eder?
Duygularını, anlık karmaşalarını, içsel yaralarını, isyanını, aşkını ve coşkunluğunu sözleri kullanmadan beden bütünlüğü ile partnerine nasıl anlatır?
Sevişirken anlatacağımız tek şey arzumuz değildir. Bazen isteksizliğimiz, vazgeçişlerimiz, bazen çocuksuluğumuz, bazen vahşiliğimizdir. Ve her bir duygu, her bir olgu içimizde yaşanıyordur. Partnerine sözlerle anlatmanın mümkün olmadığı yerde tüm bu hallerini bedenin, hareketlerin, sesin ile anlatmak büyülü değil mi?
Ve bu, gerçek bir bağdır.
“5 kere orgazm oldum” hikayesinden daha sarsıcı ve büyüktür. Pozisyon zenginliklerinden bağımsızdır. Burada kral tacını aradaki iletişim ve bağ takar. Kişilerden bağımsız bir bütünlük gerçekleşir.
İşte tam burada kimse kimseye orgazm olup olmadığını sormaz, uzun ve maceralı bir yoldan gelmiş olmanın tatlı yorgunluğu ve deneyimin tadı vardır ağızlarda… Herkes ne yaşadığını bilir, ortaklık ve birlik deneyimlenmiştir.
Bütün bu hikayede, “Erkekler böyle olduğu için” demiyorum. İçimizdeki eril ve dişilimiz böyle olduğu için, kadın cinsiyetindekiler de, erkek cinsiyetinden bu şablonu beklediği için, bu şablonu desteklediği için, kendini araştırmak ve keşfetmek yerine kendilerini bir an önce menopoz adasına atmak istediği için kırılmayan bir bilinçsizlik yaşıyoruz.
Sorum şu: Gerçekten, yakınlık istiyor muyuz?
İlginizi çekebilir: Bu telaş niye: Sakince kendin olmayı dener misin?