Toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyetin toplum tarafından yanlış etiketlenmiş bilimsel gerçeklikleri
Bilim insanlarının cinselliğin, cinsel davranışların, cinsiyetin ve toplumsal cinsiyet rollerinin işleyişiyle ilgili yaptıkları araştırmalar sayesinde insan cinselliğiyle ilgili önemli bilinmezlikler yavaş yavaş açığa çıkarılıyor. Bu çalışmaların bazılarının sonucunda elde edilen veriler kadın ve erkek algımızda radikal değişimlere de yol açabiliyor.
Toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyet arasındaki fark da tam olarak bu noktada şekillenmeye başlıyor. Toplumsal cinsiyet, İngilizce’de ‘gender’ olarak, biyolojik cinsiyetse ‘sex’ kelimeleriyle ayrışmış durumda. Ancak Türkçe’de henüz böyle bir ayrım olmadığı için ‘gender’ kelimesini toplumsal cinsiyet, yani toplumun dişi ve erkek bireyin davranış kalıplarıyla ilgili algısı ve bu kalıplar nedeniyle iki cins arasında oluşturulmuş farklılıklar; ‘sex’ kelimesini ise biyolojik cinsiyet, yani bireyin genetik olarak diğer cinsten farklılaştığı özellikler olarak tanımlayabiliriz.
Biyolojik cinsiyetimiz, vücut kimyamız tarafından belirlenir.
X ve Y kromozomları (cinsiyet kromozomları) dişi ya da erkek olmamızı belirler. Kadınlarda genelde iki X kromozomu (XX), erkeklerdeyse bir X bir Y kromozomu (XY) bulunur. Ancak nadir de olsa bazı kişilerin kromozom yapısı fiziksel görünümleriyle uyumsuzluk gösterebilir. Genetik farklılıklar ve DNA dizilimindeki farklı varyasyonlar nedeniyle vücutta farklı bir biyokimyasal süreç işler ve bu farklılık sağlıklı bir erkeğin Y kromozomu taşımaması ya da sağlıklı bir kadının Y kromozomu bulundurması gibi durumlarla sonuçlanabilir.
Bu genetik farklılıkları barındıran kişiler farklı erkek ve kadın cinsiyet özellikleri taşıyabilirler. Bilimsel araştırmalar, ortalama her 2000 doğumda bir bu gibi farklılıkların ortaya çıktığını, ancak bunun çocuğun sağlığında ve gelişiminde herhangi bir problem yaratmayacağını, aksine bu farklılığın kişinin gelişimini olumlu yönde etkileyebileceğini gösteriyor.
Tek bir gen ya da protein, kişinin cinsel yönelimini değiştirebilir.
Laboratuvar ortamında farelerle yapılan deneylerde, farelerin genetik yapılarında yapılan değişimlerle hormon yapılarının değiştirilebildiği görüldü. Bu değişim sonrasında farelerin sağlığında ve fiziksel özelliklerinde herhangi bir problem gözlenmemesine karşın, dişi farelerin %100 dişi fiziksel özellikte oldukları halde erkek cinsel davranışları sergiledikleri gözlemlendi. Sonuç olarak, tek bir proteinde ya da gende meydana gelen değişimin beyne gönderilen sinyalleri etkilemesi sonucunda kişinin homoseksüel (eşcinsel) olmasına neden olduğunu söyleyebiliriz.
Heteroseksüel (karşıcinsel) olmayan davranışlar doğaldır.
Eşcinsel hayvan davranışı, yalnızca genetik yapısıyla oynanmış laboratuvar hayvanlarıyla sınırlı değil. Doğada da, bir çok hayvan türünde homoseksüel cinsel davranış gözlemleyebilmek mümkün. Örneğin; şempanzelerin bir türü olan cüce şempanzelerde cinsel aktivitelerin %60’ı dişi bireyler arasında gelişiyor. Yine bazı martı türlerinde dişi çiftler 10 seneden daha fazla aynı bireyle olmak üzere birlikte yaşayabiliyor ve yavrularını birlikte büyütebiliyorlar.
İnsan türünde cinsel yönelimin önemli bir kısmı doğuştan belirlenmiştir.
Cinsel yönelimin kişinin tercihiyle mi ilgili olduğu yoksa doğuştan getirdiği karakteristik özellikleriyle mi alakalı olduğu uzun yıllardır tartışma konusu. Ancak son zamanlarda yapılan bilimsel çalışmalar, cinsel yönelime sebep olan faktörlerin büyük çoğunluğunun insanın doğuştan sahip olduğu özelliklerle ilgili olduğunu gösteriyor. Bu konuyla ilgili yapılan en kapsamlı ve geçerli çalışmalarsa ikizlerle yapılan deneyler. İkiz bireylerle yapılan çalışmalardan elde edilen verilere göre tek yumurta ikizlerinde genelde iki bireyin de eşcinsel olduğu gözlemleniyor. Ancak yine de tek yumurta ikizlerinde %15 oranında iki bireyin de aynı cinsel yönelime sahip olmadığı durumlar da söz konusu. Bu sonuçlardan, çevresel faktörlerin az da olsa cinsel yönelim üzerinde etkisinin olduğunu söyleyebilmek mümkün.
Transeksüellik (cinsiyet değiştirme) biyolojik faktörler tarafından da belirlenir.
Transeksüel (cinsiyet değiştiren) bireyler sahip oldukları cinsiyet özelliklerinin (cinsel anatomilerinin) cinsiyetlerini yansıtmadığına inanırlar. Yapılan çalışmalar, kişinin biyolojik özelliklerinin cinsel olarak nasıl hissettiklerini etkilediğini gösteriyor. Ancak transeksüel eğilimin biyolojik özellikler tarafından belirlenip belirlenmediği konusu hala tam olarak bilim tarafından açıklanabilmiş değil ve bu alanda çalışmalar devam ediyor.
“Normal” olmanız “daha iyi” olduğunuz anlamına gelmez.
Bilimde normal tanımı ‘olağan, alışılagelmiş, standarda uygun’ şeklinde yapılıyor. Ancak günümüzde bir çok kişi normal olmayı, tercih edilen ve sağlıklı olan tanımlarıyla özdeşleştirmiş durumda. Genetik olarak baktığımızda bazı genetik farklılıklar ve farklı DNA dizilimleri farklı genetik bozukluklara sebep olabiliyor ve hastalık oluşturabiliyorlar. Ancak olumsuz getirilerinin yanısıra, bazı nadir görülen genetik farklılıklar kişileri kalp krizi ya da AIDS riskinden koruyabiliyor ya da kas ve kemik yapısının daha güçlü olmasını sağlayabiliyor. Bazı genetik farklılıklar fiziksel görünümde (saç rengi, ten rengi gibi) ortaya çıktığı gibi, bazılarının farkına bile varılamayabiliyor. Bu açıdan bakıldığında aslında dünya üzerinde yaşayan her bireyi ‘anormal’ olarak nitelendirebilmek mümkün.
Farklı cinsel yönelimi ve cinsel özellikleri olan kişilerin sahip oldukları en büyük problem biyolojik değil çevresel bir faktörle ilgili: İnsanların tutumları
Transeksüel ya da homoseksüel bireyler toplumda ‘normal’ olmayan kişiler olarak tanımlandıkları için alışılmadık tutumlarla değerlendirilmek durumunda kalabiliyorlar. Sebebi her ne olursa olsun (biyolojik ya da kişisel tercih) biyolojik olarak herhangi bir farklılıkları ya da kabul edilemez olmalarını gerektiren herhangi bir durum söz konusu değil. Karşılaştıkları zorluklar da biyolojik özelliklerinden, hormonlarının farklı işleyişinden ya da davranışlarındaki farklılıklarından değil, insanların bu bireylere olan olumsuz algılarından ve ön yargılı tutumlarından kaynaklanıyor.
Aslında bu algının temelinde de yalnızca farklı cinsel yönelimleri olan bireylere karşı değil, genel olarak farklılıkları ‘kötü ya da tehlikeli’ olarak etiketleme, çevremizdeki bireylerin özgünlüğünü, tekliğini ve özgünlüğünü olduğu gibi kabul edememe ve ötekileştirme davranışımız yer alıyor.