Utanç, işbirlikçi davranışı teşvik etmek adına kullanılagelmiş ikincil* bir duygudur. Özellikle gönüllü veya istemsiz de olsa kişinin kendini cezalandırma yoluyla istenmeyen davranışlarının düzeltilmesinde utanç önemli bir rol oynar. Orta Çağ’da ve erken modern zamanlarda da kamusal kefaret yöntemleri, toplumun ahlaki standartlarına aykırı davrananların kamusal alanda ifşa edilmesi ve utandırılması yöntemleriyle uygulanmıştır. Bu strateji Orta Çağ ile birlikte yükselişe geçen laik güçler tarafından da benimsenmiş, cezaların eğitici ve tövbe edici karakteri, dini pratiklerin kefaret anlayışlarından esinlenerek yeniden tasarlanmıştır. Özellikle, dolandırıcılık, yalan yere yemin etme, yemini bozma, zina gibi fiiller, kabahatler ve bir topluluğa karşı işlenen diğer tür ihlaller, utanç verici cezaları da beraberinde getirmiştir (kişinin kamusal alanda çıplak dolaştırılması, zincire vurulması vb.).
İnsan beyninin utanç duyma kapasitesi insanlık tarihi boyunca çeşitli şekillerde sömürülmüş ve toplumlar, komşularına ve arkadaşlarına karşı yaramazlık yapan ve normları ihlal eden grup üyelerini utandırmak için karmaşık araçlar geliştirmiştir.
Görüldüğü gibi kamusal utanç yeni bir şey değil. Tüm toplumlarda bir ceza uygulaması olarak kullanılır. Kamusal utanç devletlerin yasalarınca her daim benimsenir ve ahlaki normların günlük denetimi için kullanılır. Bununla birlikte, son birkaç yüzyılda bazı devletler kamusal utanç mekanizmasının yarattığı kısmi zulmün farkına varmış ve bu anlamda uygulanan yasalardan yavaş yavaş uzaklaşmıştır. Günlük yaşamda da artık bireyleri toplum önünde utandırmak yaygın olarak kabul edilemez bir davranış olarak görülmeye başlanmıştır. Yasalarımızda görünen “ahlaki olarak iyileşme” adı verebileceğimiz bu durum, sosyal medyanın yükselişi ve onunla birlikte yeni utanç türlerinin ortaya çıkışı ile birlikte dengesini zamanla yeniden yitirmiştir.
Utanç kavramı adı altında birbirimizi “saflık” etiketlerimizle incelemeye devam ediyoruz. Sık sık çevremizdeki insanları en ufak ihlallerinde dahi cezalandırmak istiyoruz. Gelişen sosyal ağ servislerimiz aracılığıyla yürütülen çevrimiçi utandırma sayesinde de işimiz artık daha kolay ve böylece rahatlıkla gözetim, korku ve uygunluk ortamı yarattığımızı düşünüyoruz.
Hepimiz “çevrimiçi çağrı” mekanizmasının işleyişine, sosyal ağlarda etkinliği olan kişilerin birilerini en ufak yanlışlarında nasıl karalayabildiğine tanıklık etmişizdir. Kendi ahlaki saflığını ve politik doğruculuğunu kitlelerle kutlayan çok fazla insan, çağrı yaparak nice isimleri alaşağı edebilmiştir. Neyse ki artık bu konunun yarattığı kaosa işaret edenlerin sayısı da çoğalmakta. Çağrı ve iptal kültürü elbette sona ermedi ama şimdilerde daha fazla sorgulanmaya da başlandı. Bunun nedeni çağrıcı katılımcıların bile bazen kabul görmeyen düşüncelerini açığa vurdukları anda kendilerini “iptal edilmiş” bulmalarındandır. Hiçbir ahlaki veya politik bağlantının, utandırma silahları üzerinde patent sahibi olmadığı ve hiç kimsenin bunun etkilerinden muaf tutulamadığı açıkça ortada.
Günümüzde uygulandığı şekliyle iptal kültürü, özellikle de son çare olmaktan çok ilk tepki olarak uygulandığında aslında sadece bireyciliğin bir ürünü ve belki de kaçınılmaz bir uzantısıdır. Bireycilik, kişisel çıkarı, soyutlanmış bir kişinin çıkarlarıyla sınırlı tutup oldukça dar bir şekilde yorumlar. Bu, bildiğimiz şekliyle kapitalizmin ve liberal demokrasinin arkasındaki temel çalışma prensibidir. İptal kültürünün her ikisiyle de yakın bağları vardır. Genelde iptal kültürü, iptal edilenlerin görüşlerinden yararlanılmasını engellemekle ilgilidir ve bu fenomen, sıradan insanların güçlüler üzerinde güç kullanmasına izin verdiği için bazı dönemlerde demokratikleştirici bir süreç olarak da tanımlanmıştır.
Bireycilik bize pek çok ayrıcalık getirdi ancak belki de bireyciliğin sınırlarını incelememiz, “ben ve biz” arasında yaratılan karşıtlığı fark etmemiz gerekiyor. Ben etiğinde, “birincil pazarlık birimi” bireydir. Etik hala birbirimizle nasıl geçinebileceğimiz ile ilgilidir, ancak ben etiğindeki öncül düşünce, bireyin değerlerinin ve çıkarlarının başlangıç noktası olduğudur. Çoğu güncel etik teorisi, bireycilik arka planını temel aldıkları için bu kategoriye girer. Biz etiğinde ise, tersine, ilişki birincildir. Bireylere elbette değer verilir, ancak onlara bir bütünün parçaları olarak değer verilir. Anlaşmazlıklar ortaya çıktığında odak noktası, uyum yoluyla ilişkiyi yeniden sağlamak, tüm üyelerin değerini kabul etmek ve onların çıkarlarını karşılamayı hedeflemektir.
Biz etiğinde insanları iptal etmeyiz. İlişki en üst değer olduğunda, önemli olan “ilişkiye olan katılıma” dönüşür. Tepki vermek yerine dinlemeye öncelik verilir. İptal etmek, elbette değerleri savunmanın bir yoludur ve güçlü bir ifade eylemidir. Ancak bu değerleri ilişkilerin ve bütünlüğün önüne koyduğu için bireyci bir tepkidir. İptal, tam olarak bir grup insanın artık bir başkasıyla ilişki içinde olmak istemediğinin işaretidir. Sanki domatesler, soğanların tadına artık ortak olamayacakları için yemeği terk etmeye karar vermişlerdir. Ama eğer domatesler giderse, yemeğin artık ne lezzeti ne de manevi bir değeri kalır.
Peki iptal ettiğimizde ne kaybederiz?
İptal kültürü ulaşılması imkansız bir ahlaki saflıkta ısrar eder. Tarihteki tanınmış şahsiyetlerin çoğu ahlaki olarak kusurluydu, tıpkı geri kalanımızın da olduğu gibi. Görüşlerimizi felsefe tarihinin en ünlü insanlarıyla sınırlandırmak için Aristoteles, David Hume, Immanuel Kant veya Martin Heidegger okuruz, onları anlamaya çalışırız, ancak açıkça söylemek gerekirse bu insanların çoğu ırkçı, cinsiyetçi ve hatta daha fazlası idiler. Yine de hepsi dünyamız hakkında iyi olan şeylerin çoğuyla ilgili önemli felsefi fikirler geliştirdiler. Bu fikirleri görmezden gelmek, felsefeyi büyük ölçüde yoksullaştıracak ve aynı zamanda da entelektüel tarihin gerçeklerini karartacaktır. İyisiyle de kötüsüyle de onlarla her daim ilişki içindeyiz. En ufak ayrıksı cümlelerinde iptal edilselerdi yaşanacakları düşünmek bile zor. İnsanların iyi fikirlerinin, onların kötü fikirleriyle nasıl iç içe olduğunu göstermeli ve onlarla paylaştığımız değerlere ve onlarla aramızdaki farklılıklara nasıl uyum sağlayacağımız hakkında çok düşünmeliyiz, yani, insanlarla nasıl yaşayacağımızı öğrenmeliyiz. Bu yüzden onların kusurlarıyla yüzleşmeli ve onlardan ahenkli bir şeyler çıkarmaya çalışmalıyız.
Ne zaman “iptal etmek” yapılabilecek en doğru şeydir?
Bu soruya ilkeli bir cevap verilebileceğini sanmıyorum. Belki kesin, ilkeli bir sınır çizgisi yoktur, o halde yalnızca gri bir bölge vardır ve her durum için pratik bilgelik uygulamalıyız.
Bugün, değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul etmek yerine, kabul edemediğimiz şeyleri değiştirme sürecindeyiz. Bu, ilerleme kaydetmenin güçlü bir yolu ve aslında düşünülenin aksine uyumlu bir şekilde de yapılabilir. Uyum umudunu yok etmeden ve bir kılıç gibi davranıp insanları yok etmeden hareket etmek belki de gri bölgenin yegane bilgeliğidir.
*Dipnot: Çoğu psikolog, utancı başka bir duyguya tepki olarak oluşan “ikincil” bir duygu olarak görür. Bazıları onu üzüntünün ikincil bir duygusu olarak sınıflandırırken, diğerleri onu korku ve tiksintiyi birleştiren üçüncül bir duygu olarak değerlendirir. Kendi hayatımda ve muhtemelen herkesin hayatında utanç, bu üç duyguyu da içeriyor gibi görünüyor.
Kaynaklar:
Russell Blackford/ The Shame of Public Shaming
Erica Stonestreet/ Harmony and Cancellation Culture
Jay Boll/ Shame, The Other Emotion
İlginizi çekebilir: Rilke’nin içindeki tohumlar: Şairin derinlikli dünyasına adım atın