Tibet Budizmi’ne göre iyi kalabilmek için ‘Üç Taahhüt’
Son günlerde yaşadığımız üzüntüyü, tanık olduğumuz şeylerin yol açtığı yakıcı öfkeyi, derin çaresizliği ve her şeye rağmen inatla var olmayı sürdüren umudu yazmayacağım burada. İnsan hayatını hiçe sayanları, küçük ya da büyük hiçbir fırsatı kaçırmayanları, sırf görünür olmak adına yardım yapanları ya da yaparmış gibi yapanları, empati kuramayanları ya da kurmaktan özellikle kaçınanları da öyle.
Evet, son günler bana kötülüğün ne kadar sıradan ve sıradanlığın ne kadar kötü olabileceğini öğretti ama ben bu yazının başlığını yine de ‘Kötülere İnat’ koymayacağım. Birilerine inat değil, birilerine rağmen değil, kendimiz için yaşamalıyız hayatımızı. Bu yüzden, bu yazıyı, her şeye rağmen iyi kalmaya devam edebilmek hakkında bir çift laf edebilmek için yazacağım.
Pema Chödrön’ün Sinek Sekiz Yayınları’ndan çıkan muhteşem kitabı var elimde, Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel Bir Hayat. Kriz zamanlarında sığındığım bir kitap bu benim, yani nerede yaşadığımız düşünülürse, çok sık.
Budist öğretinin gündelik hayatı kolaylaştırdığını, yaraları sarmaya yardımcı olduğunu çok iyi öğrendim zaman içinde. Şimdi size bu kitapta da bahsi geçen Üç Taahhüt’ten söz etmek istiyorum izninizle.
Tibet Budizmi güzel ve onurlu bir yaşam için üç yemin etmemiz gerektiğinden söz ediyor. Bu üç yemin belki tek başımıza dünyayı değiştirmemize sebep olamaz, ancak kendimizi ve dünyayı algılayış biçimimizi değiştirmemize yardımcı olabilir. Bu da az şey değildir herhalde. Dünyada görmek istediğimiz değişimin en başta kendi zihnimizde başladığı gerçeğine ikna olabilirsek, muazzam kötülükler karşısında kendimizi o kadar da çaresiz hissetmeyiz belki de.
Birinci taahhüt: Zarar vermemek. Burada sadece başka insanlardan değil, insan dışı hayvanlardan da söz ediliyor tabii ki. Ben kendi adıma, yaşayan hiçbir canlının zarar görmesinden sorumlu olmak istemediğim için vegan olmuştum yıllar önce. Bu yüzden barış, sevgi, kardeşlik, eşitlik ve özgürlükten söz ederken kendi tabağımızdaki yiyeceklere bakmalıyız diye düşünüyorum öncelikle.
Hiç kimseye, hiçbir canlıya zarar vermemek güzel ve onurlu bir yaşamın üç anahtarından biridir Tibet Budizmi’ne göre. Bana göre ise huzurun, mutluluğun ve iyi bir uykunun anahtarı. Bu da ancak ‘kaçınma’ yoluyla mümkün olabilir. Eylemsizlik ile. Yani, zarar verebilecek düşünce ve eylemlere sırt çevirmek ile.
İkinci taahhüt: Birbirimize özen göstermek. Bu zor zamanlarda zaten aşağı yukarı hepimizin yapmaya çalıştığı şey. Ancak bu süreçte sık sık neyi neden yaptığımızı da sorgulamalıyız bence.
Yardım etme, koruma, özen gösterme sadece ve sadece şefkat duygusuyla birlikte var olduğunda samimi olabilir ve gerçekten işe yarayabilir. Hiçbir çıkar gözetmeksizin, bağırmadan, ‘Ben buradayım, bana bakın!” demeden, sakin sakin, sessiz sedasız iyilik yapmak. Üstelik bunun için büyük trajedilerin gerçekleşmesini beklememek! Güzel ve onurlu bir yaşama açılan üç kapıdan biri de bu: Yani, iyiliği bir seferlik bir şey olarak görmek yerine onu bir yaşam biçimi hâline getirmek.
Üçüncü ve son taahhüt ise dünyayı olduğu gibi kabul etmek. Tabii, burada haksızlıklara sesimizi çıkarmadığımız, öfkemizi içimize attığımız, pasif, kaderci ve kolaya kaçan bir kabullenişten söz edilmiyor. Burada kastedilen kabullenme biçimi tam bir zihin açıklığı ve önyargısız bir dünya görüşünü şart koşuyor.
Bir şeyi ‘güzel’ ya da ‘çirkin’ olarak yaftalamadan, önyargılarımızı bir kenara bırakarak, olduğu gibi görmek… Ölümlü olduğumuz gerçeğine direnmemek, onunla barışmak. Değişime duyduğumuz direnci kırarak, kendimizi zamanın ve olayların akışına bırakabilmek. Değişimden, kalbimizi açmaktan, yaralanabilir olmaktan korkmamak ve en önemlisi de şeylere ve olaylara hikayeler uydurmaksızın, tarafsız bir gözle bakabilmek.
Bütün bunlar düşünüldüğünde, ‘kabullenme’ eylemi aslında kulağa hiç de pasif gelmiyor, öyle değil mi? Aksine, kendimizi bile olduğumuz gibi kabul etmekte böylesine zorlanıyorken, bu üç taahhüt içinde uygulaması en zor olanı bu belki de.
Yine de bütün savaşların sebebinin ‘ötekileştirme’ olduğunu kabul edersek, bu taahhüttün önemini de daha derinden kavramamız mümkün olur diye düşünüyorum, çünkü bu taahhüt bize en başka kendi içimizdeki ‘öteki’yi sevip kabul etmeyi öğretebilir. Bu da dünyaya daha mutlu gözlerle bakmamız için yeterlidir.
Kendimizinkinden olduğu kadar, birbirimizin iyiliğinden de sorumluyuz. Üstelik sadece kaotik zamanlarda değil, yaşadığımız sürece her gün ve her dakika. Daha iyi bir toplum hayal ediyorsak, kötülükler karşısında yılmak yerine, güçlenip direnç kazanmalıyız. Direnç kazanmak içinse, gözlerimizi dışarı değil, kendi içimize doğru çevirmemiz gerekiyor belki de.
Çünkü bilsek de bilmesek de, ihtiyacımız olan direnç zaten burada, kalbimizde.
İlginizi çekebilir: İyileşme öyküleri: Geçmişin hayaletleri