“En zor günümde tek başıma kahkaha atmaya başladığımdan beri kimsenin varlığına ihtiyaç duymuyorum.”
Charles Bukowski
Tek başınalık. Tek bulunmak. Tek olmak. Tek kalabilmek. Tek yaşamak. Tek dinlemek. Tek uyumak. Tek nefes almak. Tek başına yapılabilecek tüm eylemler; tek başına kahve içmek, seyahate çıkmak, eğlenmek, yürümek, okumak, deneyimlemek…
J. Krishnamurti’nin Kendimize Dair eserinden tek başınalığın bir tasviriyle başlamak istiyorum hikayemize:
“Tek başınalık oldukça farklı bir anlama sahiptir; tek başınalıkta güzellik vardır. Tek başına olmak tamamen faklı bir şeydir. Ve tek başına olmalısınız. Eğer insan açgözlülük, kıskançlık, hırs, cehalet, başarı, statü barındıran toplumsal yapının prangalarından kurtulduğunda, bunlardan özgürleştiğinde, o zama hakikaten tek başına olur. Bu oldukça farklı bir şeydir. O zaman büyük bir güzellik, muazzam bir enerji hissi varlık kazanır.”
Peki nedir tek başınalığı bu kadar özel yapan? Neden bizler sımsıkı sarılırız yanımızdaki eşe, arkadaşa, hayatımızdaki kariyere, geçici heveslere, diğer olan her şeye? Yani kendimizde olmayan, kendi kendimizde bulamadığımız ne vardır da onu diğer kişide ararız? Neden tek başımıza kalmak bu kadar sıkıcı gelir, diğeri yanımızda konuşmadığında, diğeri ile meşgul olacak bir durum bulamadığımızda neden boşluğa düşeriz? Nedir bizi tek başımıza kalmaktan caydıran? Nedir dayanamadığımız, görmeye tahammülümüz olmayan tek başına ben ile kalakaldığımızda? Nedir uyurken televizyon sesine ihtiyaç duymamıza neden? Nedir tatillerde sırf yanımızda olsun diye katlandığımız kişilere bizi bağlayan? Nedir “Gitmek istiyorum ama tek başıma kalacağım” korkusuyla önümüze setler koyan?
Aslında tüm sorularımızın cevabı aynı noktada buluşuyor: Ben kavramında! Tek başınalık beni ben ile karşılaştırıyor. Etrafta zamanı öldürecek bir diğer kişi olmadığında düşüncelerimiz kendi kendimizle kalıyor. Kendi kendimize bakmaya zaman buluyoruz, pişmanlıklarımıza, yapmak isteyip de imkan bulamadıklarımıza, iyi ve kötü olduğumuz şeylere, yani ben olan, tek olarak yaptığımız her şeye. Yani gerçek olana. Aslında şu hayatta en önemli olana, yani bene bakmaya zorluyor bizi tek başınalık…
30. doğum günümden hemen önce tek başıma İspanya’nın Kanarya Adası’na gitmiştim. Tenerife’de tek başıma otel odamda hem hayatımı gözden geçirdim hem de her gün yakındaki plajda denize girdim, sahilde bol bol yürüyüş ve koşu yaptım… O tek başıma gittiğim tatilim o kadar muhteşem bir nefes alma fırsatı oldu ki bana, hala unutamadığım ve tek başıma geçirdiğim en güzel zamanlarımdan bir olarak hatırlıyorum.
Ve yine o seyahatimde çok istediğim bir şehre, Buenos Aires kentine ilk defa yine tek başıma gitmek üzere ve sadece bana 30. yaş günü hediyem olması için yine tek başıma bir bilet aldım… İşte o gün benim tek başıma, sadece yanıma kitaplarımı alıp çıktığım, neredeyse 10 gün kimseyle konuşmadan sadece kitap okuyarak bilmediğim bir şehirde kendi iç sesimle baş başa, tek başıma sokaklarda yürüyerek hem kendimle buluştuğum hem de hayatımı değerlendirdiğim en önemli seyahatlerim oldu…
Ve inanması güç ama hayatımdaki dönüm noktaları hep bu tek başınalık nefeslerinden sonra geldi. Tek başıma yapabileceklerime, ben olmanın bütünlüğüne eriştiğim bu zamanlar bana hayatımın en iyi dönemeçlerini getirdi. Tüm düşüncelerim tertemiz oldu, aklımı bulandıran tüm soruları yine bu tek başınalık dönemlerinde çözdüm, kendimle savaştığım yönleri yine bu tek başınalık tatillerimde barışa bağladım, ben hep bu tek başınalık dönemlerinden dönüşerek çıktım.
İşte tek başınalık. Tek başına kalabilmek, tek başına yürüyebilmek, aklınızı bloklayan, içinizi yakan, bir türlü bırakamadığınız her şeyden soyutlanabilmek. Kendinizle sadece kendi kendinizi alarak zaman geçirebilmek ve bunun aslında mükemmel bir güç olduğunu görebilmek. Bu muhteşem gücü, bu cesareti ve bu özgürleşmeyi yaşadıktan sonra geri dönüş olmayacak.
Bugün özgür, cesur ve güçlü bir sayfa açmaya hazır mısınız?
İlginizi çekebilir: Gerçeği anlamak yolunda ‘yüzleşmeye’ hazır mıyız?