Tarımın geçmişten günümüze evrimi: Yerel tohumlar, GDO’lular ve biz
İnsanoğlunun en temel ihtiyacı olan beslenme konusu, düşündüğümüzden çok daha karmaşık bir konu. İnsanlığın tarıma başlaması, kullandığı araçların gelişimi, tarıma bakış açısının tarihsel evrimi ilgi çekici olmasının yanı sıra, bugünümüzü de doğrudan etkileyen bir mesele.
TEDx’teki konuşmasıyla tarım konusunda ufkumuzu açan Feray Karapınar, Uplifers okurları için yerel tohumlar ve GDO hakkında etraflı bir yazı kaleme aldı.
Yerel tohumlar, GDO’lular ve biz
İnsanlık, ekip biçmeye nasıl başladı acaba?
Neler düşünüp ne sevinçler yaşamıştı kim bilir? Tanımını bile yapamayacağımız bu üretim on binlerce yıldır sürüp gidiyor. Değişti… Gelişti, kıtlıklar, yok oluşlar yaşadı…
Her bitiş ve yok oluş, dahası yaşanmayacak tecrübeler bıraktı. İnsanlığın ataları, bunları aldı üst üste koydu, biriktirdi, bazen bir dönemin bütün bilgileri alt üst oldu, yine de vazgeçmedi bu savaştan, çünkü yemek zorundaydı. Doğa önlerine, akla gelmeyecek engeller çıkardı. Ama onlar hep ürettiler. Zamanla fazlalıklarını paylaşmaktan takasa, takastan satmaya doğru olan insansı içgüdüye kavuştular.
Bu bile onları üretme ahlakından uzaklaşmaya ve doğaya eş koşma çılgınlığına itmedi. Onlar tabiatın kendilerine verdiği yaşama şansını suistimal etmeyi, akıllarına hiç getirmediler. Kızılderililerden, Mayalardan, Mezopotamyalılardan ve daha da eskilerden bize aktarılan bu tabiata karşı haddini bilme güdüsü, bugünkü üretici köylü ahlakının temelini oluşturdu.
İnsanoğlu, değişik bölgelerde, farklı yaşam biçimlerinde ve hatta farklı çağlarda da olsa, tabiatın kendisine yaşattıklarını, sürekli kendisini yenileyerek cevapladı. Bu yanıt kendisine ve daha sonrakilere mutlak bir öğreti geliştirme şansını verdi.
İnsan, var olduğundan beri hep kendiyle iç hesaplaşma içinde oldu üretirken. Sınırlarını zorladı tabiatta ve kendini aştı. Binlerce yıl kaybetmeden fakat milyon kere ıslah edip çoğalttığı tohumlar ve bir türlü vazgeçemediği ama sürekli geliştirdiği üretim modelleri de bu güdünün bir sonucudur.
İnsanoğlu iç dünyasındaki fırtınalı yolculuğuna, üretim biçimlerinin paylaşmadan satmaya geçtiği dönemle birlikte başladı. Modern dünyada artık bu fırtına borana dönüştü. Bu çağda insan, birçok ikilem yaşayarak üretim yapmak zorunda. Doğasına da doğaya da aykırı bir kısır döngü aslında bu… Çünkü artık günümüzde ondan tek ve çok üretmesi isteniyor.
Ama aslında o doğası gereği, hem çok çeşit hem de azar azar üretmelidir ki bu biçimi aktarabilmek, gözlem yapabilmek için yeterince zamanı kalsın. Çeşitli üretmelidir ki, doğadaki daha fazla lezzete, tada ulaşabilsin ve tabiatın diğer varlıklarına alan açarak dünyanın üzerindeki hak ettiği yerden fazlasını işgal etmesin. Azar azar üretmeli ki, kıymeti bilinsin…
Geleneksel tarımdan ‘’modern tarıma’’ geçtiğimiz yıllara doğru bir yolculuğa çıkalım. İnsanlığın hiç olmadığı kadar hızlı ve sorgusuz yaşatılmaya çalışıldığı zamanlara. Doğamız gereği en meraklı yaratıklar arasındayız. Bu kaygı, bizi bir yanıyla hızlı ilerler kıldığı halde, diğer yanıyla da fazla tüketen noktasına götürdü.
Modern tarımda bize biçilen rol; bol bol üretebileceğimiz, güya çok alıp, az enerji harcayacağımız, fakat hiçbir zaman eskisi gibi doğal başrol oyunculuğu yapabileceğimiz değil, sadece figüranlıktan ibaret olan bir roldü. Birileri bize ve doğamıza sormadan birçok ürün geliştirdi. Bomba malzemeleri, kimyasallar, gazlar, zehirler ve bunlarla yıkılmış korku kentleri…
Bu yapay malzeme listelerine, doğanın içinden ve on binlerce yıllık emeğimizden devşirilmiş tohumlarımızı da eklediler. İddiaları korkutucu, umut verici, yabancıydı ama kesinlikle ikna ediciydi. En azından “acaba”cılar açısından. Bu toplanıp derlenmiş aşırılmış paket, bazen tatlı tatlı bazen merak aralarında, bazen de çaresizlik yaratılarak, yavaş yavaş kursağımızdan içeri itildi. Tabiatın göbeğine de aslı gibi bir bomba olarak bırakıldı.
Sözü dolandırmadan; Yeşil Devrimin icatçıları, temeli; üreticinin kesinlikle denetimli üretim yapacağı, tüketiciye belirlenmiş alışkanlıklar kazandırılarak bu dolabın içinden çıkamadan, sürekli yoklama altında tutulacağı, bu sayede gıdayı, doğal olarak insanlığı ve parayı da kontrol altında tutacağı bir sistemi kurmaya başladılar. Doğanın karşısında haddini bilmeden, tabiat karşısındaki 00000 mikron boylarına bakmadan…
Tek tip ürün yetiştirmekle, hızlı bir biçimde doğal çeşitliliğe ilk darbe vuruldu. Dünyanın birçok bölgesindeki farklı türler, durdurulması zor bir yok oluş hızı kazandı. Bazı bölgelerde bu kayıplar %90’lara ulaştı. Bu çeşitliliğin azalması, tabiat tarafından da fark edildiğinde tabiat milyonlarca yıldır bakıp, beslediği bu meraklı yaratıkların artık sınırları zorladığını hissetmiş olmalı ki, birçok uyarı verdi.
Daha önce bu uyarıları dikkate alarak, kendini bir nevi derleyip toparlayan, çeki düzen veren insan bu kez, sözde yeşil devrimcilere kandı ve doğanın kendisinden hiç beklemediği bir çıkış yaptı. Kendi bulduğu icat üzerinden doğaya kulak asmadan, tek çeşitli ve çok üretime devam etti. Birçok üreticinin ve tüketicinin haberi ve onayı olmaksızın açılan bu savaşta en çok zararı, yine bu onayı alınmayan ve düşüncesi sorulmayanlar görmeye başladı. Çünkü sözde devrimcilerin bu fütursuz, şuursuz gidişinin bir türlü sonu gelmedi.
İnsanoğlu, tek çeşitliliğin acısını, bir anda yayılan ve durduramadığı bitki hastalıklarıyla yitirdiği milyonlarca türdeşiyle çekecekti. İnsanlık, zaten edindiği birçok tecrübede pek çok kurban vermişti. Bu kayıplar genellikle olağan tarihsel coğrafik veya sosyolojik nedenlere bağlı olarak, içinde az da olsa bir bilinç barındırıyordu. Örneğin, uzun zaman küçücük bir alet eksikliği yüzünden binlerce insan kurban verildi. Ya da ateş bulunduktan hemen sonra tehlikeleri de başladı ve bu hale gelinceye kadar insan çok bedel ödedi.
Ama insanoğlunun bizzat kendisi tarafından oluşturulan bu senaryoda doğanın pek de yeri yoktu. Çok üretip çok kazanmak, çok kazanıp çok kontrol etmekten ibaret olan bu film olanca hızıyla insana ve doğaya darbeler vurmaya başladı. Üretim biçiminin değişmesindeki ruh hali, doğada da aynen karşılığını buldu. Çok çeşitli ve ahenkli olan ve böyle oluşan doğa da kendini bu yeni durumla birlikte konumlandırmaya çalıştı.
Ana sorun tablosu bunun üstünde ve daha binlerce ayrıntıyla süslü. Genel durum; adı üzerinde genel olduğu için daha bir sürü alt başlık, üst başlık ve “Bunlar da unutulur mu?”yu barındırmakta. İlgi ve bilgi alanlarımıza müdahale etmeden devam… On binlerce yıllık bu sınav, hala tüm acımasız haliyle sürüyor ve sürmeye de devam edecek…
Mesele, bu akışı tersine çevirip, doğa-insan ilişkisini yeniden rayına oturtmakta. Mesele öze, doğaya dönmekte yani…
Feray Karapınar