Yağmur beni sessizce uyandırıyor. Hava aydınlanmaya başlamış ama yıldızlar hala seçilebiliyor. Bu sessiz saatlere bayılıyorum. Kendime bir fincan kahve yapıyorum, sonra kahvemi alıp kanepeye kuruluyorum ve çok sevdiğim Jolie Holland’ın yeni albümünü dinlemeye başlıyorum.
Bu albüm daha ilk şarkıdan kalbimi fethediyor. Özellikle de Haunted Mountain şarkısı beni kıskıvrak yakalıyor. Birden kalbimin derinliklerinde mavi dağların çağrısını duyuyorum. İyi ama dağlar neden beni çağırıyor olabilir ki? Ben bir yazarım, maceracı değil!
Hayır, dağcı değilim ben, bir kere yüksekten korkarım, hem tırmanmayı da beceremem zaten. Başımı alıp gitmek de bana göre olmadı hiçbir zaman. Yine de dağların çağrısı, bu olağanüstü güzellikteki şarkı aracılığıyla bana ulaşmayı başarıyor, işte.
Nostaljik bir müzik bu, beni geçmişe ışınlıyor birden. Yirmili yaşlarımın başında aşık olduğum o üzgün oğlanı hatırlıyorum. Aklına estiğinde çantasını toplayıp bir veda bile etmeden dağlara giden…
Kolundaki mavi dağ dövmesini, yaktığı tütsüleri, topladığı eski fotoğraf makinelerini ve dinlediği hüzünlü şarkıları hatırlıyorum birer birer. Onun, içinde alev alev yanan ve başka hiçbir şeye yer bırakmayan, mavi bir dağ kadar yalnız ve güçlü olma arzusunu. Tam da bu yüzden, beni hayatında istememişti zaten.
Belki de bu onun şarkısıdır, diye düşünüyorum. Belki de sonunda bulmuştur aradığını. Ne de olsa dağlar yalnızlığı ve gücü, temsil eder, öyle değil mi? Değişimin içinde ve ortasında, tüm fırtınalara karşın sakin ve stabil kalabilmeyi. Aynı zamanda da özgürlüğü, kaçışı, macerayı, kutsallığı… Hatta, Jung için Tanrı’nın ta kendisini.
Bunu düşündüğümde, hayatında hiç kamp yapmamış olan ben, dağlarda yanan bir kamp ateşi olmak istiyorum birden. Minik böceklerden bile korkarken, yılanlarla arkadaş olma arzusuna kapılıyorum. Yollara düşmek istiyorum… Ama hemen sonra, şarkıyı bir kez daha dinlediğimde, sözünü ettiği dağın gerçek bir dağ değil, kutsal bir simge olduğunun farkına varıyorum.
Hayır, bütün bunlardan başka bir şey anlatıyor Haunted Mountain şarkısı. Başını alıp dağlara gitmek değil, evini bulmak hakkında bir şarkı bu. Evet, bu, eve dönmek hakkında bir şarkı! Artık biliyorum: Bu, hiçbir zaman kendini evinde hissedememiş olan o üzgün oğlanın şarkısı değil, benim şarkım.
Şarkı kalbimin derinliklerine sızarken, çoktan geride bıraktığım geçmişimi geride bırakıyorum bir kez daha. Sonbahar yıllar içinde bana geride bırakmanın ne kadar sihirli ve muhteşem olabileceğini öğretti. Artık sırt çantamda taşımak istemediğim her şeyi yaprak gibi döküyorum yollara. Düşünüyorum da, onu kurtarmayı denemiştim bir zamanlar ama kurtarmaya çalıştığım kişi, bendim aslında. Hem kim kimi kurtarabilir ki bu hayatta, kendinden başka?
“Hayatım boyunca bu yeşil topraklarda dolaştım durdum”, diyor şarkıda Jolie Holland, o meleksi sesiyle. “Ama bu perili dağda yaşıyorum şimdi ve aşağı inmeyeceğimi biliyorum bir daha asla…”
Dağa çıkmadan önceki yaşamını anlatırken sessizce gözyaşı döküyor sanki. Dağdan önce ne kadar karanlık, ne kadar hüzünlüymüş her şey… Ne kadar zormuş bir gezgin olmak! İnsanlar onu kırmış olmalı. Oysa belki de hayatında ilk kez, tepeden bakabiliyor şimdi dünyaya. Çok küçük ve önemsiz görünüyor olmalı her şey, onlara tepeden baktığında…
Bir saat geçti. Yağmur başladığı gibi, sessizce diniyor şimdi. Gökyüzü gri mavi bir ışıkla ışıl ışıl parıldıyor. Birazdan kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa gideceğim ama şu anda, salonu dolduran bu kutsal ışıkta, mavi bir dağ gibi hissediyorum kendimi.
İlginizi çekebilir: Sonbahar şarkıları: Marissa Nadler, Lemon Queen