Eylül geldiğinde incirleri ve bir parça nostalji duygusunu beraberinde getiriyor. Akşamüstleri yanıma bir fincan kahve ve bir kase incir alarak kanepeye kuruluyorum. İncirler bana çocukluğumu hatırlatıyor.
Kedilerim kucağıma zıplarken, incir ağaçlarını ne kadar sevdiğimi düşünüyorum. Bir de her nasılsa, Kurt Vonnegut’ın bir zamanlar bir yerlerde insanın hayatta en fazla üç kez aşık olabileceğini söylediğini…
Bilgisayarımın yaz temalı duvar kağıdını dev bir balkabağının yanında poz veren mutlu bir Snoopy ile değiştiriyorum. Evi organik pazardan aldığım minyatür balkabaklarıyla süslüyorum. Bir Palo Santo tütsüsü yakıyorum. Sonra Ben Harper’ın yeni albümünü açıyorum ve bir sonbahar masalı yazmaya koyuluyorum.
Bir daha asla aşık olmamak için kalbini bir balkabağının içine gizleyen bir kadın hakkında, tuhaf, ürkütücü ve biraz hüzünlü bir masal yazıyorum. Sonbahar zaten tuhaf, ürkütücü ve biraz hüzünlü masallar yazmanın mevsimi olsa gerek, öyle değil mi?
Ama benim kahramanım masalın sonunda hiçbir şey hissetmemenin aşk acısı çekmekten çok daha kötü olduğunu anlayacak ve kalbini geri alacak. Masalım mutlu sonla bitecek, bütün masalların bitmesi gerektiği gibi.
Yine de bir an için, bir zamanlar, tıpkı onun gibi, benim de kalbimi hayali bir balkabağının içine gizlemek istediğimi üzülerek hatırlıyorum. Her şeyi bu kadar yoğun bir biçimde hissetmekten yorulduğumu ve artık durmasını istediğimi… Artık hiçbir şey ama hiçbir şey hissetmek istemediğimi.
Peki ya kalbimi o balkabağının içinden hiç çıkarmasaydım? Ya kalbim (iki kez!) kırıldıktan sonra kendime yeniden sevmek için hiç izin vermeseydim? Ya kırılan parçaları yerden toplayıp son bir kez daha birleştirmeseydim? Ya bir bahçe satışında yok pahasına yabancılara satsaydım onları?
Bunları düşünmek bile içimi kasvetle dolduruyor. Bunları yapsaydım kendimi asla affetmeyeceğimi düşünüyorum. Her şeye rağmen kalbime bir şans daha verdiğim için mutluyum. Mutluluğu seçecek kadar cesur olduğum için… Hem neyse ki Vonnegut doğru söylemiş; insan hayatta gerçekten de üç kez aşık oluyor.
Derken Yard Sale isimli şarkı çalmaya başlıyor ve nedense bu şarkı bana birden masalımın soundtrack’iymiş gibi görünüyor. Müziğin sesini biraz açıyorum. Kahramanımın da benimle birlikte şarkıya kulak kabarttığını hissediyorum.
Ben Harper ve Jack Johnson’ın birlikte yaptığı her şeyi çok sevdim zaten her zaman. Birlikte söyledikleri şarkılar ruhumu sakinleştirdi, teselli etti daima. Ama balkabaklı latte tadındaki gitarlarıyla ve sonbahara yakışır çıtır çıtır vokalleriyle bu tatlı şarkı özellikle kalbimin ta derinliklerine kadar işliyor.
“Bir bahçe satışıdır aşk…”, diyor şarkıda, incinmiş biriyle konuşur gibi, olabilecek en yumuşak ve nazik biçimde. “Yabancılar çimlerinin üstünde beliriverir; rehin alırlar geleceğini ve pazarlık ederler geçmişin için.” Benim masalımın kahramanı ise yabancılarla pazarlık etmekten çok yorulmuş gibi görünüyor.
Öyleyse neden denemeye devam ederiz? Kalbimiz (defalarca!) kırıldıktan sonra bile neden ayağa kalkıp yürümeye devam ederiz? Neden her seferinde yeni baştan aşkı seçeriz? Bundan çıkarımız ne olabilir ki? Aşk denen şu bahçe satışını böylesine cazip ve özel kılan şey nedir ki biz sayısız kez hayal kırıklığına uğradıktan sonra bile onu istemekte ısrar ederiz?
Bunların cevabını ben de bilmiyorum. Kesin olarak bildiğim iki şey var: Eylül sona ererken yediğim bu mor incirlerin tadının inanılmaz güzel olduğu ve Yard Sale şarkısının bana tüm melankolisine rağmen umut aşıladığı. Zaten bu sonbahara da böylesi yakışırdı!
İlginizi çekebilir: Sonbahar şarkıları: Sharon Van Etten & Angel Olsen, Like I Used ToSonbahar şarkıları: Sharon Van Etten &