Son beş gündür zorlukla konuşuyorum. Yataktan zorlukla çıkıyor ve zorlukla yürüyorum. Bu tarz günler kelimeleri sevmediğim günlerden bazıları. Böyle günlerde denizin kenarında tek başına oturmak, yoga yapmak, dans etmek, müzik dinlemek, ıslık çalmak (çalabildiğim tek “enstrüman” bu olduğundan), fotoğraf çekmek gibi kelimelerle işim olmayan aktiviteleri seçiyorum. Ağzımı açmak zorunda olmadan ben varım demenin “bin beş yüz elli iki” yolundan birkaçı.
E tabi hep öyledir ya bu son beş günün neredeyse beşinde de gitmeyi çok istediğim atölyeler, eğitimler vardı. Atalet kolay kolay yenildiğim “biri” değildir. Yine yenilmemenin bir yolunu buldum. Dibi yanmış tencere gibi kendimi gece erkenden sıcak suya yatırdım ki ertesi gün öğle vakti çözülebileyim. Öyle de oldu bir şekilde. Hepsine gittim. Geç kalarak gittim ama gittim.
Bunlardan biri de sevgili Saygın Ersin’in yazı atölyesiydi. İlk günün sonunda dedi ki; ‘Cemal Süreya’nın fotoğraf isimli şiirindeki karakterlerden bir hikaye yazın’.
Şiiri mutlaka duymuşsunuzdur. Durakta üç kişi vardır bir adam, bir kadın ve bir çocuk. Adam elleri ceplerinde, hüzünlü şarkılar gibi hüzünlüdür. Kadın çocuğun elini tutmuş güzel anılar gibi güzeldir. Çocuk ise güzel anılar gibi hüzünlü, hüzünlü şarkılar gibi güzeldir.
Eve gittim. Bu şiirin resmini çizdim kabaca ve bir süre bu üç kişiye baktım. Kalbimi kocaman açan küçücük acemice çizilmiş bir resim. Beni çok etkiledi ve aklımda bu çizimle yatıp uyudum.
Sabah uyandım atölyenin ikinci gününe gitmek için yola çıktım. Kafamda resim, boğazımda binlerce kelime. Bana mı aitler, otobüs dolusu insana mı bilmiyorum. Kelimelere gıcığım ya hiç bakmıyorum yüzlerine. Ben umursamadıkça onlar çoğalıyor. Binler oldu milyonlar, milyonlar oldu yüz milyonlar.
Tamam dedim kızgınlıkla çıkarttım defterimi. Otobüste ayaktayım ama yazmak zorundayım boğazım şiştikçe şişiyor.
Ben mi yazdım, otobüsteki onlarca insan mı bilmiyorum ama bunun bir önemi de yok. İçsel baskı kasa gibidir, her zaman kazanır diye düşündüm. İşte bu üç karakter böylece benden kopup bir hikayeye binip kendi yollarına gittiler. Benden kopmak zorunda kalmaları da tesadüf değil tabi, göreceğiniz gibi;
“Yeni doğan günün fırından yeni çıkmış tazecik havasından kimsenin eli değmeden ciğer dolusu bir soluk almak için balkona çıkmıştım. Derin bir nefes alıp tüm vücudumda gezdirdim. İçimi yıkayan tazecikliğin büyüsünden arınıp gözlerimi açtığımda yüzümdeki taze gülümseme yerini hüzünlü ve heyecanlı biraz da neşeli bir şaşkınlığa bıraktı.
O, orada tam evimin karşısındaki durakta elleri ceplerinde tıpkı ayrıldığımız günkü kıyafetleri ile duruyordu. Yanında güzel bir kadın ve hüznü güzel bir çocuk. Belli ki beraber değillerdi ama ayrı gibi de değil. Alelacele kararsız bir kararlılıkla ayakkabılarımı giyip sokağa fırladım.
Onu görmek istediğime emin değildim ama kalbimin tam ortasında açılan boşluktan fırlayan bir güç düşüncesizce beni sokağa fırlatmıştı. Belki duvarın arkasından gizlice izlerim diye düşündüm.
O kadın kimdi? O niye burdaydı bu kadar zaman sonra ? ve neden aynı kıyafetler ? Bir süre uzaktan izledikten sonra sevgiyle karışık öfkemden aldığım isteksiz cesaretle ağır ama inançlı durağa yürüdüm. Yürüyordum ama yürür gibi değil itiliyor gibi yürüyordum.
Hiç konuşmadan, dokunmadan, paylaşmadan geçen onca yıldan sonra köprüleri yıkılmış iki komşu kıta gibi olmuştuk. Bir “merhaba” yetecek miydi karşı kıtaya ulaşmaya? Belki de sadece karşısında olduğumu görmesi yeterdi. Birbirine ulaşmak isteyen hangi iki kıta köprüsüz kalmıştı ki? Birbirlerini besleyeceklerse niye köprüsüz kalsınlardı ki?
Peki o kadın kimdi? Ya o çocuk?
Ben ona daha da yaklaştıkça, beni korumak için tüm gücüyle alıkoymaya çalışan somut varlığım, baskının şiddetiyle, yavaş yavaş asfalta damlayarak çözülmeye başladı. Saçlarım damladı önce, sonra kulaklarım. Hemen sonra, düşüncelerim damlalara binip teker teker terk etti beni.
Bedenimde ilk yok olan beynim oldu. Son düşüncem, her zamanki gibi batan gemiyi ilk beyin terk eder oldu.
Ben ona yaklaştıkça beynimden arda kalan tüm somutluğum daha hızlı erimeye başladı. Meğer ne çok ağırlık taşıyormuşum yıllardır diye hissettim, neyseki kalbim daha erimemişti.
Son adım ve karşısındayım.
Köprü mü hangi köprü? Kıtalar ayrı mı ki köprü olsun?
Kadın mı? Hangi kadın? Ha beni mi diyorsun? Dışarıdan bakınca bu kadar güzel göründüğümü bilmiyordum. Reklam afişleri gibi güzel değil ama portakal ağacı gibi güzel. Meyveli de güzel meyvesiz de.
Çocuk mu? Hangi çocuk? Ha o yokken büyümeye devam eden aşktan mı bahsediyorsun? Kim demiş her çocuk etten kemiktendir diye?
Adam mı? Hangi adam? Ha beni mi diyorsun? Dışardan bakınca bu kadar hüzünlü göründüğümü bilmiyordum. Şımarık çocuk gibi hüzünlü değil ama dolunay gibi hüzünlü. Tüm ışığıyla parlarken tekrar başa döneceğini bilir gibi hüzünlü. Hüzünlü ama neşeli.
Ben mi? Hangi ben?“
Aslında kızacak kimse yok, herkes bizim bir aynamız ve gerçekten gerçek olan hiçbir sevgi büyümek için somut bir varlığa ihtiyaç duymaz. Biz insanlar sadece somut olanı algılayabilecek zekada olduğumuzdan sevgi, farklı zamanlarda şekil değiştirerek girer hayatımıza. Bizim kızgınlığımız sevgiye değil formlaradır ve bu formlardan sıyrılamadığımız için sevgi sürekli şekil değiştirmek zorunda kalır.
Umuyorum, bir gün daha çok insan zamanını bilim ve sanat için harcar. Bu sayede, toplam zekamız o kadar gelişir ki somutun esaretinden birlikte kurtuluruz çünkü ancak birlikte kurtulabiliriz. O zaman, bağımlı olmadığımız her şey gibi, somutluk da bağımsızlığına kavuşarak çok harika bir deneyime dönüşür. Hayali bile çok heyecanlı değil mi?
İlginizi çekebilir: Bizim olanı kimse bizden alamaz