“Her şeye canını sıkma ey gönül, ne bu dertler kalıcı, ne de bu ömür…” -Mevlana Celaleddin Rumi
Aslında burada yazan dört kelime oldukça kısa değil mi? Bir de beni düşündüren anlamı bilseniz yaklaşık iki haftadır bu yazının ilk “temellerini” atmaya çalışıyorum. Bazen birden bir fark ediş geliyor, bazen bana ulaşan bir cümleyi düşünüyorum, ne kadar da benziyor hikayeler, ama işte bu konuyu sizlerle güzel bir yolculukla değerlendirmek istedim. Yalan yok, tek başıma kalmak istemedim. Şaşırmış olabilirsiniz, hani çok severdin de diyebilirsiniz öyle tek başına takılmak hallerini, başını alıp da gitmeleri ve tabii ki yeni keşifleri. Ama bu konu başka bu konu yıllara ve yollara ait. Biz olan her şeye bugüne ait, gençliğimize belki bundan 10 belki de 15 yıl önceye ait…
Hikayemiz nereden başlıyor, gelin birlikte soralım bugünkü Pınar’a, nereden başlıyor gönül yaşı? Ben de sizlerle hatırlamaya çalışayım. Ne yaşadım da biyolojik yaşımdan ayırdım gönül yaşımı, yani dışarıdan bakanlar belki hiçbir şey görmediler, aynı dediler, kaç yaşında olabilir ki, en fazla yirmi otuz var yok dediler değil mi? Ne de olsa saçlarım henüz beyazlamamıştı ve beni tanıyanların bildiği üzere minyon bir yapım var o yaşta yani o kadar yaşlı diye tabir ettiğimiz yaşta da göstermiyorum.
Ama kaç kez kurdum için için bu cümleyi, bir kez içimi açın, kalbimin gönlümün yaşı kaçtır? Üzerinden yüzyılların yorgunluğu, acıları, ayrılıkları, kaybedişleri, yitirişleri ve en önemlisi kocaman bir ihaneti geçmiştir… Dipsiz bir aşkı kalbine gömmüş olmak da vardır üzerine, ve ne olursa olsun kendine rağmen geri dönmemek gururunu da ekleyelim… Başka diyeceksiniz, burada bitmedi.
Dünyada bugüne kadar yaşamış olduğum en ağır tecrübelerden de ağır olan sevdiğiniz insanla bir mahkeme salonunda “karşı taraflar” olarak oturmak vardır, hani sizin “cisminiz” orada oturmaktadır ama kendiniz, ruhunuz, bedeniniz veya “varlığınız” çoktan başka boyuta geçmiştir bile, biraz ölüm vardır orada biraz hayatın bittiğine inanmak… Tabii bu kadar ile de bitmez, işte hayat geliverir, yola tek başınıza dimdik ağlasanız da düşsenizde “kimseye göstermeden” kimse o “düştüğünüz” halinizi görmeden devam etmek vardır sonra…
İşte tüm bunlar yaşınıza belki yaş koymaz fakat gönlünüze mis gibi de “binlerce” yaş koyuverir. Siz derdinizi anlatamadıkça, söyleyemedikçe veya her gün hayatınızın bir parçası olmuş kişiyi bundan sonra hayatınızın “bir gününde bile” aynı his ile bulamayacağınızı bildiğinizde işte belinizden aşağısını kesivermişsiniz gibi olur… Bu yaşlar can-ım gönlünüzde birikir, birikir ve birikmeye de devam eder. Sonra bir gün gelir, dönüp bakarsınız, onlarca yaş almıştır gönlünüz, ben 1000 sayabilirim belki sizinki bambaşka bir hikayedir, örneğin buna tek başınıza bir hastalığa kaya gibi durmayı eklesek belki tekrar deneyip tekrar kaybetmeyi eklesek 5000’e çıkıverecektir bu rakam…
Ben bu hafta yine çok değişik bir akışta bir kontrolden geçmek durumunda kaldım, kendim 33 yaşımda olmama karşın spor düşkünlüğüm ile metabolizma yaşımın 29 olduğunu öğrendim. Rakamlar ve çıkan raporlar bana vücudumdaki yağ oranını, kas oranını ve su kütlesini gösterebiliyordu. O an biyolojik yaşım ile gönül yaşımın ne derece ayrı noktalarda olduğunu işte bu yazıyı bana yazdıracak kadar hayranlıkla ve hayretle fark ettim. Ben evet biyolojik olarak belki normal yaşımdan 5 yaş daha sağlıklıydım, güçlüydüm ve gençtim, fakat gelin görün ki biri kalbimi açsa neler bulacaktı… Kocaman bir 1000 yaş belki, bunca ağırlığı kaldırmış, saçları kederlerinden beyazlamış ve hala hayata karşı o “kimse görmesin” diye en güçlü duruşu ile durmaya çalışan, hala hayata tek dişi kalmasa da gülebilen ve hala keşfetmek aşkıyla yanıp tutuşan…
Hepimizin, inanıyorum bu yazımda bana eşlik eden herkesin kendi hikayeleri var. Belki çok farklı, belki de çok benzer… Fakat işte hayatımızın akışında öyle noktalar oluyor ki biyolojik yaşımızı katlayıp da geçiveren, “gönül yaşımız” ile yani gönlümüzün yaşadıkları ile yani “gönülden yaşadıklarımız” ve “gönülden yaşlandıklarımız” ile baş başa kalıveriyoruz… Sonrasında ise ne biz aynı olabiliyoruz ne de biyolojik yaşımızın genç ve güzel olması içimizin yaralarını kapatmaya yetiyor. Öyle ya da böyle hepimiz gönül yaşımızla barışıp da yolumuza devam ediyoruz. O bizim değişmeyen bir kokumuz oluveriyor, belki kullandığımız bir cümlede bilgelik olarak dışa vuruveriyoruz, belki bugün ki tercihlerimizde artık o biyolojik yaşımızın elverdiğince risk almıyoruz, o gönül yaşı dediğimiz devreye giriveriyor.
Bu yüzden en önemlisi her ne yaşamış olursak olalım, veya gönül yaşımız biyolojik yaşımızı çokça geçmiş olsa da yolumuza devam edebilmek, olduğumuz yaşı sahip olduklarımızı ve yaşadıklarımızı kısacası kendimizi her yaşımızda ve her halimizde sevebilmek…
Bugün bu yazımda bana eşlik eden sizler eğer içimde kocaman bir kadın oturuyor, çöktüm, yaşlandım, ben artık kaldıramıyorum, katlanamıyorum, dışım belki 30 ama hayat derslerim beni 100 yaşına getirdi, çok yoruldum artık hayata umutla bakabilecek azıcık bile enerjim kalmadı diyorsanız, derin bir nefes alın, arkanıza yaslanın ve farkına varın; her ne olduysa oldu, bitti, geçti. Bugün, sadece “bugün”, sizin bugün bu yaşınızda kalmanız yine kendi elinizde…
Gelin bugün yepyeni bir “ben” anlaşması yapalım kendimizle; güzelim can-ım gönül yaşlarımızı “sabitleyelim”. Yani biz öyle genç olalım, öyle genç kalalım ki hiçbir şey gönlümüzden yaş üstüne yaş almaya yetmesin…