Şimdi başlığı okudunuz, içinizden ilk geçenin “sanki kendisi çok bırakabilen bir insan da bize bu soruyu sormuş” olduğuna eminim… Evet, ben de “oluruna” bırakamayan bir insanım. Önceleri çok çok daha derinden bir kontrol inancım ve hatta inançtan da öte her şeyin organize olmasına gerek duyan “derin” (ve şu an oldukça anlamsız gelen) bir yaradılışım vardı diyebilirim.
Kurallarım, standartlarım ve mutlaka “olduracaklarım” vardı. Çabalamadan hiçbir şey olmuyor bilinci ile didindikçe didinmek, gece yarılarına kadar mutlaka çalışıyor olmak, özel hayatımda “en mükemmel” kız arkadaş olmak, evde tüm işleri tek başına yapabilen bir “eş” olabilmek… Yani başkalarını çok mutlu ederken, bu standartları hep diğer şahıslar için hayatıma alırken, diğer bir açıdan “başkası” için her şeyi oldurmaya çalışırken, kendim için meğer ne kadar çok “oluruna” bırakmaktaymışım aslında… Bir açıdan kendim için bir isteğim de olmadığından her şey olduğu gibi olmaya, bana korkularımı veya “değersizlik” inancımı yansıtacak ne varsa getirmeye devam ediyormuş… Aslında tam olarak olması gereken oluyormuş diyebiliriz…
Peki nedir bu beceremediğimiz, “şöyle bir kez oluruna bıraksam olacak ama hep müdahale ediyorum, bozuyorum, acele ediyorum, olmasına bile izin vermiyorum” dediğimiz? İşte bu nokta kritik, bir kere konunun temeline inmemiz gerekir; akışa güvensizliğimiz. Güven duymamak güvenmemek bir şey veya insan için söz konusu değildir evrendir burada… Olduran evren bir tek bizim için “oldurmamaktadır” da biz onun da önüne geçer “ben yapacağım” deriz, müdahale ederiz, aceleye getiririz ve olgunlaşmasına yani gerçekleşmesine “olmasına” izin vermeyiz…
Güven, aslında “evrene güven” kavramı hayatımızın birçok farklı noktasında karşımıza çıkar. Örneğin iş aramaya başlarız “ben iş bulamıyorum” bakış açımızla aylarca iş bulamayız. İnanmayız, bize evrenin en uygun işi getireceğine mutlaka bir kısmetimiz olduğuna bir yolumuz olduğuna bu dünyaya zaten bolluk ve bereket ile geldiğimize. Zorladıkça zorlar hatta önümüze çıkan olasılıkları bile “beğenmeyiz” çünkü o “oldurmak” üzere odaklandığımız olasılıklar kesinlikle bizler için “en iyisidir”. Her şeyi de bu kesinlikte biliyoruzdur…
Sadece burada kalmaz tabi ki, özel ilişkilerimizde de vardır bu. Hemen hoşlandığımız kişi de aynı derecede aynı duygular ile bize bağlansın isteriz. Bizi tanımasına, zaman geçirmesine belki test etmesine alışmasına “izin vermeyiz”… Neyin ne zaman en iyi şekilde olacağını biz biliriz… Oysaki sadece akışa bıraksak zaten bu duygular kendiliğinden gelecek ve belkide hayatımızın en güzel aşkını yaşayacağız ama işte bu ısrarcılığımız ile bu şansımızı da kaybederiz… Neden diye sorduğumuzda sonra “olmadı” deriz değil mi? Aslında olmayan gerçekten olmamış mıdır, akışa güvenseydik neler olabileceğini veya olmayacağını gerçekten görmek üzere bir şans verdik mi hem kendimize hem o çok sevdiklerimize?
Bakın sevgili Penney Pierce, güzel eseri Frekans isimli eserinde oluruna bırakabilmeyi nasıl anlatıyor;
“…İşleri oluruna bıraktığımda kendimi o kadar iyi hissediyorum ki! Gerçek benliğimi her yerde hissedebiliyorum ve bu duyguya bayılıyorum! Hatta aslında bunu tercih ediyorum ve bundan sonra bu deneyimi asla başka hiçbir şeye değişmem. Bu görece durgunlukta önceliklerinizin, inanç sisteminizin ve moleküllerinizin yeniden bir düzene oturduğunu, “tesisatınızın yeniden döşendiğini” hissediyor olabilirsiniz. Hayatınızdaki saçmalıklardan ve sahte olanlardan arta kalan son kırıntıları görürsünüz ve dünyayla hakiki olmayan bir ilişki kurmaktan vazgeçmeye kararlısınızdır.
…Bu aşamanın olumlu sonuçları; bir kez bu tercihi yaptığınızda dalga kırılır ve hayatınız ve sağlığınız büyük ölçüde iyileşme gösterir, daha da mutlu olursunuz. Kendinizi duygusal ve fiziksel olarak ne kadar iyi hissettiğinizi, yaratıcı ve başarılı olmanızın ne kadar kolaylaştığını görürsünüz. Sezgilerinize duyarlı olur, uzun zamandır kendinizle ilgili aklınıza gelmeyen gerçekleri hatırlarsınız ve birdenbire kavrayışınız artar, bütün bunlar da aynı anda oluverir.”
Bir süreci oluruna bırakabilmek, elimizden gelen çabayı göstermemek anlamına gelmez. Burada görmemiz gereken “olmak”, tek bir anda gerçekleşmeyen bir süreçtir. Konumuz, dileğimiz, amacımız her ne ise bir “yol” yani oluş süreci mutlaka gerekecektir. Bizler müdahaleci yaklaşımlarımız ile emek verdikten sonra oluruna bırakmayarak, “olgunlaşmaya” izin vermeyiz.
Güneşin doğması için nasıl bir zaman gerekiyorsa, bir çiçeğin erik olarak evrilmesi için nasıl zaman gerekiyorsa, bir tırtılın kelebek olmak için nasıl dönüşmesi gerekiyorsa, bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi, ilk defa koşan birinin maraton koşacak kadar kondisyona ulaşabilmesi veya bugün konuşabildiğimiz tek bir kelimeyi öğrenmek için harcadığımız zaman gibi bu örneklerin hepsi dünyamızda tüm diğer akışlar gibi belirli bir olgunlaşma dönemi gerektirir.
Evrene güvenerek, en iyinin, en muhteşemin, en güzelinin en doğru zamanda bize her daim sunulduğuna kalpten inanarak “olmasına” izin vermek büyük bir bilinç atlamasıdır. Bunu yapabildiğimizde karşımıza çıkan olayların ve sonuçların da değiştiğini görürüz. Bugün hayatınızda neyi kısıtlıyor, neyin olmasına izin vermiyor ve ne için sürekli müdahalede bulunuyorsunuz? Farkında olmadan sırf sizin istediğiniz şekil ve zamanda “olgunlaşmadığı” için ve bunu görebilecek kadar sabrınız bile olmadığından bu “sizin olmaz” dediklerinizin olmayacağı anlamına mı gelir?
Sadece “olmasına” izin verin yeter… O doğru zamanda, doğru şekilde, doğru mekanda ve doğru aracılarla mutlaka size gelecektir, güveniniz olsun…