Son senelerde çok fazla kendisiyle çalışan bir insan olarak yüzeyden derine indikçe ışığımı bulduğum kadar karanlıklarımla da karşılaşıyorum. Hayat dengeden ibaret olduğu için, ben ışığımı yukarıya doğru yükselttikçe, gölgelerim de aynı oranda aşağı doğru ilerliyor. Bu da ışıkla dansınızdan keyif alırken aynı anda bir o kadar kuvvetlice karanlıklarla boğuşmak anlamına geliyor. En azından benim tecrübelerim doğrultusunda bugüne kadar böyle oldu.
O karanlıklara o kadar çok girip çıkıyorum ki artık son dönemlerde yataklara düşüp yataktan çıkamama, bıkkınlık gibi hallerini daha yoğun yaşar oldum. Her defasında çıkmayı evet başardım ama bu yol beni yormuyor değil. En son yaşadığım bu hal içinde, birkaç günlük boğuşma ardından ışık bir anda yine tüm dünyamı kapladı ve bana sebebini gösterdi: Gördüm ki kendimden ve hayattan o kadar yüksek, kale duvarları gibi göğe doğru uzanan ve ucu bucağı olmayan, çok sert beklentilerim var ki meğer ben kendimde yarattığım bu beklentilerin altında ezilip nefessiz kalmışım.
Yarattığım beklentileri öyle büyütmüşüm ki günbegün, kendi yarattığıma teslim etmişim gücümü. Karşılayamamaktan dolayı yaşadığım hayal kırıklıkları, öfkeler, mutsuzluklar da cabası olmuş. Çık işin içinden çıkabilirsen… Eğer görmeseydim, ki uzun zamandır bu kadar net gözlerimin önüne serilmemişti, debelen dur o karanlıkta. Bazen kork, bazen çırpın, bazen nefessiz kal…
Neyse ki görmemle beraber yataktan çıkmam bir oldu. Nefes aldım. Nefesle beraber silkelendim yeniden. Tüm kendi yarattığım beklentileri döküyorum şimdi ceplerimden. Bunun için ise en büyük ihtiyaç hareket. Bedeni harekete geçirdikçe dökülüyor üzerimizden o fazlalıklar. Olduğumuz yerde donmuş gibi kaldığımız noktada daha da ağırlaşıyor üzerimizde. Yarım bardak suyu 10 dakika tutmakla aynı yarım bardak suyu 2 saat tutmanın arasında oluşan fark gibi…
Dünyama “bir anda” gelen aydınlık genelde canım yol arkadaşım Başak ile sohbetlerimizde ortaya çıkıyor. Öyle oturduğum yerden yatarak da pek değil yani.
Yine Başak ile sohbetteyken bana şöyle bir soru sordu:
“TAKİPTE MİSİN?”
“O da ne demek?” diye sordum hemen.
“Yani, sence ruhunun yolunu takipte misin?”
Hislerime güvenirim. Düşünmeden: “Evet!” dedim ve ardından cevabıma ben bile şaşırdım. Ruhum bayağı “Takipteyiz” diyordu kendinden emin ve çok da tatmin. Kalbimde duyuyordum.
Bu nefessizliğe kadar giden sıkışmışlığı o zaman anladım. İnsan zihninin elle tutulur sonuçlar görmeye ihtiyacı vardı. Gelmiş olduğun yaşa kadarki öğrendiği kavramlar, etiketler üzerinden hayatını değerlendirip sana durmadan ama durmadan konuşuyordu. Ruh ise gezgin olandı. Amacı ne “başarılı” bir iş, ne “iyi” bir kız evlat ne de “çokça” okunan kitaplardı. Ruhun tek baktığı olgunlaşma yolunda evrenden gelen işaretleri, yolu takip edip etmediğiydi. Gerisini anlamıyordu bile. Takipteyse “dünya gözünde hiçbir şey” yapmıyor olsa bile insan; çok rahat ve tatmindi. Takibi kaçırıp zihne dalınca ise insan; hayatta hiçbir yerde olmadığı kadar sıkışıktı kendi bedeninde.
Yine gördüm zihnimin üzerimdeki gücünü. O gücü de ona veren bendim. Acayip bir paradoks. Fakat gördüğüm an o rahatlama yeniden geldi. Artık görmüştüm ve dinleyeceğim şey kesinlikle beni darlayan zihnim ve ürettiği beklentiler değil, aksine halinden, yolundan memnun olan ruhumdu. Bu saatten sonra, ne zaman kendimi azıcık sıkışık hissetsem artık kendime soracağım tek bir sorunun yeterli olduğunu biliyorum o zihin sarmalından sıyrılmak için: TAKİPTE MİSİN?
Sevgiyle…
İlginizi çekebilir: Dönüşüm: Eskiyi dışlamadan, ondan kaçmadan bütünlüğe ulaşmak