Sisli bir Eylül sabahında Paris’in 80 km kuzeyindeki Beauvais Havalimanı’na iniş yaptık. Barcelona’dan tişört – şort ile uçağa binen ben, Paris’in ayazında titreyince havalimanından ayrılamadan kışlık kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Paris’e giden shuttle’ların €17 olduğunu görünce ‘’€19’ya Barcelona’dan uçakla geldim’’ diyerek otostop çekmeye karar verdim. Açıkçası daha seyahatime başlamadan önce otostop hayalleri kurmuştum ve http://hitchwiki.org/tr/ isimli web siteden biraz araştırma yapmıştım. Başarısızlıkla sonuçlanan yaklaşık 30 otostop denemesinin ardından tam da umudumu yitirmişken bir araba durdu ve Viktor isimli Moldovalı biri beni aldı. Viktor İngilizce, ben de Fransızca bilemediğim için akıcı olmasa da sohbet eşliğinde olaysız Paris’e vardık.
Paris’te, couchsurfing’den tanıştığım Adrien’in evinde 4 gün kalacaktım. Triatlona yeni başlamış olan Adrien, normalde evinin müsait olmadığını belirtti fakat kendisine spor ile alakalı yardımcı olmamı umarak ‘’Sen Ironman’sin sana her zaman yerim var! :)’’ diyerek beni kabul etti. Eğer couchsurfing yapmayı planlıyorsanız unutmayın ki ev sahibine bir şeyler sunmanız gerekir. Aksi takdirde ev sahibine ‘’beleş hostel’’ muamelesi yapmış olursunuz ki hiç tavsiye etmem.
Şehrin kuzey yakasında Viktor’un arabasından indikten sonra metro ile Adrien’in evine gittim. Sadece Cumartesi ve Pazar günleri geçerli olan ‘’1 günlük sınırsız bilet’’ler €3.75 gibi gayet makul bir fiyatla hayat kurtarıyor. Adrien’le buluştuktan sonra beraber yüzme antrenmanı yaptık ve bir kafeye geçerek yemek yedik. Her ne kadar Paris’te restoran ve kafeler pahalı olsa da birçok kafe ‘’ana yemek + tatlı’’ gibi menüleri ana yemekle neredeyse aynı fiyata sunuyor. Tatlı yerine peynir tabağı güzel bir deneyim olabilir.
Eiffel, Saint Germain ve Odeon gibi ünlü semtleri dolaştıktan sonra eve döndüm ve bir süpermarketten alışveriş yaptım. Eğer uzun bir tatil planladıysanız ve bütçenizi iyi ayarlamanız gerekiyorsa kahvaltı ve akşam yemeklerinizi market alışverişi ile gidermeniz akıllıca olacaktır. Nitekim €20’luk market alışverişi beni 4 gün götürmüştü.
Pazar sabahı, ESSEC Business School’da Erasmus yapan sınıf arkadaşım Uğur ve yine Boğaziçi’nden interrail yapan arkadaşım Fatih ile beraber Louvre Müzesi’ne gittik. Daha önce Interrail Türkiye facebook sayfasında gördüğüm Louvre’a kaçak girme taktiğiyle içeri giriş yaptık. 2 saate sığdırmak zorunda kaldığımız Louvre gezintisini detaylı yapmak isterseniz muhakkak 5-6 saatinizi ayırın.
Öğlen yemeği için bütçeye uygun bir şeyler yiyelim derken €1’luk hamburger kampanyasını görünce McDonalds’a girdik ve 6’şar tane sipariş verdik. Bu arada aynı masayı paylaştığımız Bassirou isimli Senegalli adam ile tanıştık ve muhabbeti öyle ilerlettik ki adam bizi Zone 2’deki evine dahi davet etti. Zamanımız olmadığı için bir sonraki Paris ziyareti için sözleştik ve telefon numaralarımızı kaydettik.
Akşamüstü Montmartre tepesindeki Sacre Coeur Bazilikası’na gittik. Paris manzarasını keyifle izledikten sonra kilisenin akşam ayinine katıldık. Aşağı inerken Macaron tattık ve Arc de Triomphe’a doğru yola koyulduk. Anıtın, Champs Elysees ve Eiffel manzaralı terasına çıkış ücretli, ancak Avrupa Birliği öğrencilerine bedava. İlk önce Uğur’un Erasmus kimlik kartı ile 3 tane bilet almayı düşünsek de bilet gişesindeki görevli pasaport talep edince hiç bilet alamadık. Bunun üzerine anıta kaçak çıkmaya karar verdik ve strateji geliştirdik: Uğur bilet bahanesiyle görevlileri oyaladı, Fatih doğru zamanlama için işaret verdi ve ben de merdivenlere daldım! Bu arada Uğur görevlileri ikna ederek yukarı çıktı, Fatih’i ise kullanılmış bir bilet ile ‘’yukarıda cüzdanımı kaybettim’’ taktiği ile yukarı çıkarttık.
Heyecanlı anlar sonrasında ayrıldık ve ben de 14. arrondissement’daki (14.bölge) Adrien’in evine döndüm. Pernety metro istasyonundan çıkarken bilet kontrolüne denk geldim. Neyse ki biletim vardı. Fakat yine de denemek için Cumartesi’den kalma bileti gösterdim ve görevlilerden ‘’üzerine ismini yazmalısın’’ dışında bir uyarı almadım. Her ne kadar ben sorun yaşamamış olsam da bu kesin bilgi değil, sonra senin yüzünden ceza yedik filan olmasın 🙂
Ertesi gün Fatih ile beraber Disneyland’a gitmeye karar verdik. Yine Interrail Turkiye’den gördüğümüz bir giriş taktiğini uygulamayı planlıyorduk. RER treni ile 1 saatlik yolculuğun ardından Disney’e vardık. Etrafa göz gezdirdikten sonra kendi taktiğimizi geliştirdik ve ben gişelerden sakince giriş yaptım. Fatih dışarıda kalınca görevliyi oyalamak zorunda kaldım ama sonunda yakalanmadan içeri girdik. Zamanımız kısıtlı olduğu için Walt Disney Studios’a giremedik, ama Disneyland Park’ı baştan aşağı dolaştık ve fazla çocuksu bulduk. Roller coaster gibi eğlence makinaları ise adrenalinden yoksun. Açıkçası €55’luk bileti alarak giriş yapsaydık Paris sokaklarında ağıt yakardık. Hava kararırken şehre döndük ve Moulin Rouge’u ziyaret ettik, ardından Fatih’i Türkiye’ye göndermeden önce Eiffel’e vardık ve çimlerde anın tadını çıkardık.
Salı sabahı tek başıma Versailles Sarayı’na gittim ve ‘’ücretsiz’’ giriş yaptım. Eğer Fransız eserlerini görmek istiyorsanız Louvre’dan ziyade Versailles’a gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü Louvre’daki Rönesans İtalyası’na ve diğer ülkelere ait eserlerin aksine Versailles’tekiler çoğunlukla 18. ve 19. yy Fransa tarihi hakkında. Sarayın meşhur arka bahçesine ‘’ücretsiz’’ girmeye çalışırken görevliler tarafından fark edildim, ama bir sıkıntı yaşamadım. Zamanım daraldığı için yenilgiyi kabullendim ve şehre dönmeye karar verdim.
Şehre dönerken Boğaziçi’nden arkadaşım Begüm’ün de Paris’te Erasmus yaptığını öğrenince akşamüstü Eiffel’de buluşmaya karar verdik. Notre Dame Katedrali ve Ponte des Arts’ı (Aşıklar Köprüsü) ziyaret ettikten sonra Begüm ve bir diğer Boğaziçili, Ecehan ile buluştuk. Eiffel’e kaçak çıkmaya karar verdik ama 2. kata kadar olan merdivenler akşam kullanıma kapandığı için çıkamadık. Bunun üzerine en azından 2. kata kadar asansörle çıkmaya karar verdim. Kulenin tepesine çıkmak için 2. katta yeniden ücretli asansöre biniyorsunuz. Ben de kuleye çıkmanın bir yolunu bulurum diyerek 2. kata vardım. Bir süre şehri seyrettikten sonra kuleye çıkış planları yapmaya koyuldum. Asansörlerin iniş çıkış döngüsünü ölçtüm, kattaki görevlileri saydım, yüzleri ile gezinti rotalarını ezberledim ve hediye dükkanının yanındaki asansöre 4. denemede binebildim.
Kuleye çıkmaktan ziyade, operasyonu başarmanın sevinciyle havalara uçarken Paris manzarasının keyfini çıkardım. Eğer kuleye çıkmayı planlıyorsanız güneş batmadan önce çıkmanızı tavsiye ederim, zira gece pek bir şey görülmüyor. (Ayrıca, bilet gişesinin önündeki 1 saatlik kuyruğu da hesaba katın.) Eiffel’in önündeki Champ de Mars parkında Boğaziçili kızlarımızla sohbet ettikten sonra eve döndüm.
Seyahat planıma göre car-sharing yöntemi ile Çarşamba günü Brüksel, Perşembe Brugges ve Cuma günü de Amsterdam’a gidecektim. Fakat carpooling.com ve blablacar.com gibi sitelerde tarihlere uygun sefer bulamadım. Otobüs seferleri ise hem çok yavaş hem de (son gün aldığım için) biraz pahalıydı. Kararsız kaldığım için çözüm üretmeyi yarına erteledim ve bir gün daha Paris’te kalmaya karar verdim. Palais Garnier (Opera House)’a giderek casus rahatlığıyla kaçak giriş yaptım. Öğlen vakti Ecehan ve bir diğer Boğaziçili, Ece ile Pompideou Modern Sanat Müzesi’ne gittik. Kızların Erasmus öğrenci kimlikleri sayesinde bana da ücretsiz biletlerden aldık. Ben yine de biletim yokmuş gibi kaçak girmeye çalıştım ama sistemin açığını bulamadım, helal olsun iyi tasarlamışlar. Akşama doğru Musee d’Orsay’a gittik, bu sefer kendi öğrenci kimliğimle giriş yapmayı denedim, görevliler kabul etmeyince uğraşmaktan vazgeçtim. Açlığımızı bastırmak için falafel yedik, Pantheon’u ziyaret ettik ve Champ de Mars’a geçerek Eiffel’e karşı sohbete daldık.
O gece, Adrien’le anlaştığımız süre dolduğu için Begüm, Ece ve Ecehan’ların evinde kalacaktım. Fakat bir sorun vardı: evin tek bir anahtarı vardı ve o anahtarı da Begüm kaybetmişti. Ertesi sabah Ecehan’ın sınavı olduğu için evden kitaplarını alması gerekiyordu. 2. kattaki dairenin açık penceresine ulaşarak içeri girmeyi planlasam da başaramadım ve gece 1 sularında çilingiri aradık. €130’luk çılgın fiyata rağmen Begüm çağırmaya karar verdi, adamla anlaştıktan 5 dakika sonra Begüm ve Ecehan’ı vazgeçmeye ikna ettik ama artık çok geçti. Çilingiri vazgeçtiğimizi söylemek için aradığımızda adam ‘’Burası Paris, €60 evden çıktı parası isterim’’ deyince bir an için evin önünden koşarak kaçmaya başlasak da ‘’yoksa da polise şikayet ederim numaranızı’’ sözü üzerine durduk ve ‘’paramız yok, öğrenciyiz’’ diyerek €80’ya gelmeye ikna ettik.
*Bir ek bilgi: çilingir diyince aklınıza sakın maymuncukla kapıyı açan insanlar gelmesin, adam hem kilidi hem de kapıyı kırdı… Tabi kapı ve kilit için sonrasında ayrı bir tamirat masrafı gerekecek.
Ertesi gün yine Belçika’ya gidiş problemimi yine çözemedim fakat carpooling.com’dan Cuma sabahı Paris’ten Amsterdam’a giden biriyle anlaştım. Bunun üzerine Begüm ve Ece ile şehri dolaşmaya çıktık. Bu arada ben hafta başından beri metroya biletsiz biniyordum ve ‘’kendimce’’ bu işin sırrını çözmüştüm. İşi o kadar abarttım ki artık istasyonda kontrolör var mı bakmıyordum… İşte tam da böyle bir boş anımda turnikeden atlıyordum ki sivil bir görevliye denk geldim. 60 yaşındaki kadın görevliden koşarak kaçsaydım kesinlikle kurtulurdum ama ben ilk anlarda şaşkınlığın etkisiyle derdimi anlatmaya çalıştım. Sonradan aklıma kaçmak geldi ve tam harekete geçiyordum ki bir anda 10 tane görevli tarafından çembere alındım. Her ne kadar bana dokunma hakları olmasa da çember içinde olduğum için beni köşeye çektiler ve €50 ceza kestiler. Cezayı ödemediğim takdirde polis çağıracaklarını ve cezanın €180’ya çıkacağını söyleyince €50 ödemek zorunda kaldım.
Aslında başından beri bir yerde yakalanacağımı biliyordum ve açıkçası €50 ile kurtardığım için kendimi şanslı sayıyordum. Yakalanmış olmanın etkisiyle canım sıkılsa da şehri gezmeye devam ettik ( Evet, o gün metroya biletsiz binmeye devam ettim, ama diken üstünde ). Akşam Begüm’ün Science Po’daki koro provasına misafir olarak katıldım.
Bu arada Begüm’ün evinde bir sıkıntı olduğu için kalamadım, buna rağmen Begüm’ün Koç’tan arkadaşı Onat, evinin kapısını bizlere açtı. Ev dediysem yanlış anlamayın hani, 10 metrekarelik tek bir oda aslında 🙂 Odada bir yatak, bir masa-sandalye ve bir de paspas boyutunda halı var. Ben backpack’imi yastık olarak kullanarak paspasın üzerine kıvrılırken, Begüm ise sırf ben yalnız kalmayayım diye sandalyede sabahladı.
Sabah 6’da kalkarak carpooling yapmak için Paris’in kuzeyine, Porte de Clignancourt’a gittim. Buluşma noktasında tanıştığım Avusturalyalı gezgin, Jimmy, şoförün attığı ‘’arabam bozuldu gelemiyorum’’ mesajını gösterdi. Bunun üzerine hemen web sitesine girerek 1 km öteden kalkan başka bir araba buldum. Hemen oraya gittik ve orda da İsveçli Andreas ve onun Parisli sevgilisi Lea ile tanıştık. Şoförü beklerken ilginç bir şekilde şoförden ‘’arabam bozuldu, tamir ediyorum 10 dakika bekleyin’’ mesajı geldi. Yaklaşık 1 saatlik bekleyişin ardından Asyalı bir şoför geldi, fakat bizi görünce ‘’ben sadece tek bir kız gidecek sanmıştım, siz 4 kişisiniz, bu arabaya sığmayız, 10 dakika bekleyin başka bir araba ile geleyim’’ dedi. (1 kişi beklemesinin sebebi Andreas yerine Lea’nın adamla görüşmesi, ve bizlerin piyangodan çıkmasıydı) Bizim kafamızın karıştığını görünce de ‘’Ben carpooling’i iş olarak yapıyorum’’ dedi. Ayrıldıktan sonra yine yaklaşık 1 saat boyunca her 10 dakikada bir ‘’geliyorum, bekleyin’’ mesajı attı. Bu arada, artık yorulmuş ve dalgın hale gelmiştik. Andreas’ın, çantasını bizimle bırakarak yanımızdan ayrıldığını bile fark etmemiştik. Bir an, Andreas’ın çantasını inanılmaz sakince yürüyen bir adamın elinde gördüm. Adam o kadar sakindi ki çanta onun sandım ama yine de adamı izlemeye başladım. Bu arada çantasının alındığını gören Andreas adamla göz göze geldi. Tam bu noktada hırsız bir anda ‘’aa, bu çanta benim mi ya??’’ şeklinde jest ve mimiklerle çantayı yere bıraktı ve yine inanılmaz sakinlikte uzaklaşarak gitti. Adamın hareketleri o kadar profesyoneldi ki kendi çantam olsa bile hırsız diye adamın üzerine atlamak için iki kere düşünürdüm.
Çantayı kurtarmanın heyecanı ile derin bir nefes aldık ama benim kafamda bir şeyler şekillenmeye başladı. Bu arada yanımızda dolaşan turuncu kafalı bir adamı, şoför geldiği zaman da gördüğümü fark ettim ve etrafımı incelediğimde 2-3 tane gezgin tipli insanlar ( sırt çantalı filan ) gördüm. Bir anda zihnimde 1 saat önceki tablo canlandı: şoför geldiğinde de bu tarz gezgin tipler ortalıkta dolanıyordu ama ne hikmetse şoförle beraber ortalıktan kaybolmuşlardı…
İşte o anda yap-boz’un parçalarını birleştirdim: Organize çete carpoling.com üzerinden sahte hesaplar ile kurban buluyorlardı, eğer kurban tek başına ise buluşma noktasında diğer sahte gezginler ile beraber arabaya biniyor ve şehir dışında tenhaya götürülüyordu. Tenhada ise ( muhtemelen başka çete üyelerinin de katılımı ile ) hırsızlık, tecavüz veya ölümle karşılaşıyordu. Fakat daha olası bir ihtimal ise insan veya organ ticaretine kurban gitmesi. Nitekim hırsızlık, tecavüz veya öldürme eylemi 5-6 kişiye ne kadar bir kazanç sağlayabilir ki? Öte yandan, eğer kurbanlar birden fazlaysa, şoför bekletme taktiği ile dikkatlerinin dağılmasını sağlıyor ve çetenin diğer elemanları da çanta, cüzdan gibi eşyalarını çalıyor.
Her ne kadar Hercule Poirot edasıyla olayın gizem perdesini aralamış olsam da Jimmy ile Andreas’ı meselenin vahametine ikna etmem yarım saati buldu… Sonunda gece 11’deki otobüse binmeye karar verdik. Şunu da eklemeliyim ki, 1 hafta öncesine kadar alındığı takdirde €15 olan biletler aynı gün €50’dan satışa sunuluyor, ki çok pişman oluyorsunuz…
Bunca olaydan sonra Amsterdam’da neler yaşanacak acaba?
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.