Sen hep kendinlesin, dışarıda bir sen yok aslında – 1
Şu an kaç yaşındasınız? 19? 43? 87? Yaşınız her ne ise… Düşünsenize o kadar yılı… Parmak hesabıyla saysanız bile ne kadar uzun gelecektir eminim… Bir de bunun içinde olmuş, olmakta olan ve olacak olan AN’lar, günler, yıllar…
Sana göre bir sen var. Bunca zamandır içinde yaşadığın ve her gün değişen, gelişen bir bedenin içinde, her gün değişen bir sen. Bunca kalabalıkta, bunca koşuşturmacada, bunca geçen zamanda, sadece sen. Zihin haylazca eskiye gider çoğu zaman. Her şey o kadar dün gibidir ki… Başına gelen o komik olayı anlatırken bile, sanki daha dün yaşamışsın gibi, tüm duygusuyla neredeyse hissederek anlatırsın. Ki defalarca anlatmana rağmen daha önce! Peki fark ediyor musunuz zamanın ne kadar hızlı geçtiğini?
Elbette. Bunu bir yerde okumanıza ihtiyacınız tabii ki yok, gün gibi aşikar… Hisleriniz de… Bunca geçen zamana bakınca insanın içini burkan şeyler olmayacak mı? Peki ya yarın? “Dün bunları, yarın tekrar yaşayasın diye mi yaşadın?” diye sormaz mı insan hiç kendine? Sormaz.. Evet, evet, bu kadar basit bir soruyu insan kendine so-ra-maz. Hatta belki de dünyanın en zor sorusudur o an, senin için. Ve ne yaparsa insan, bunun benzeri sorulardan kaçmak için yapar. Yalnız kalmak zordur böylesi insan için.
Dışarıda şöyle keyifle, yalnız başınıza kahve içmek, yalnız tatil yapmak, tek başına gidip bilmediğiz bir yere oturmak, tanımadığınız insanları izlemek, onlara gülümseyerek bakmak zordur. Hep kalabalıklarladır işi, hep kalabalıktır çevresi, işi. Hep eğlencelidir, güler hep, güldürmeyi de sever bir o kadar. İnsanlar onlarla vakit geçirmekten çok da hoşlanırlar. E gülmekten kim haz almaz ki bu hayatta?
Şimdi şöyle bir bakınca bu ne kadar tesadüfi bir durum olabilir ki? Öyle yalnızsın ki içlerinde, ne sen kendini tanırsın ne onlar seni… Senin onları tanımanınsa pek de bir önemi yoktur aslında, nasılsa birlikte vakit geçirmek için varsın bu hayatta, onlarla…
Bu satırlar OSHO’nun okuduğum bir kitabından sonra aklıma düşenler. Diyor ki kitapta: “… her şey esas kaynağına geri döner, esas kaynağa geri dönmek zorundadır. Yaşam esas kaynağa dair bir unutkanlıktır ve ölüm bir yeniden hatırlamadır. Yaşam esas kaynaktan uzaklaşmak, ölüm eve geri dönmektir. Fakat ölüm ancak yaşamlarını engelsiz, çekincesiz, baskısız yaşamış olanlar için güzeldir. Ölüm sadece yaşamlarını güzellikle yaşamış, yaşamaktan korkmamış, yaşamak için yeterince cesaret göstermiş olanlar için güzeldir -sevmiş, dans etmiş, kutlamış olanlar için…”
Düşünsenize! Hayat bugün var, yarın yok! Bir büyükanne sözü gibi gelse de kulağa, bunu zaten ancak büyükannelerden duyarsak saygı duyup, belki kulağımıza küpe yapacağızdır, belki de “Amaaan yine başladı” deyip geçiştireceğizdir bu 2019’un son günlerinde. Kalkıp da size 15 yaşındaki biri söylese ne düşünürdünüz peki? Hayatın gelip geçici olduğunu mu gerçekten? Bu soruya cevabınız her ne ise, kendinize şu soruyu sormanızı da rica ederim: “Neden?”
Geçici olarak konakladığımız bedenlerimizden şu koskocaman evrene bakışımız ne kadar da üzücü, değil mi böyle düşününce? İşte sıradanlık. İşte savaş.
Sahi bütün bu hayatı -yaşamayı (doğmayı değil, ama nasıl yaşayacağımızı) kendi özgür irademizle seçtiğimiz bir hayatı- yaşadık mı gerçekten? Yoksa kaçırdık mı? Yaşıyor muyuz, kaçıyor mu? Yarın dün gibi tekrar ediyorsa, her şey hep aynı ise -insanlar, olaylar, aklına gelen her şeyden bahsediyorum- dünden hiçbir farkı yoksa eylem ve tepkilerinin, sen hayatın neresindesin?
İlginizi çekebilir: Cesaret, huzur ve sevgiye giden bir yol: Kabul etmek