Şehirden uzak, hayata yakın: Seval Yılmaz Ardal ve İstanbul’dan Mumcular’a uzanan hikayesi
‘Kurtulur muyum bunalımdan, hamakta sallansam?’… Şehir hayatının stresinden, yoğunluğundan, trafiğinden, kalabalığından bunaldığımız her an uzaklara kaçmanın yollarını düşünüyor, ancak iş fikrlerimizi ve hayallerimizi uygulamaya geçirmeye geldiğinde ‘Nasıl para kazanacağım’, ‘Ailem ve arkadaşlarım ne der?’, ‘İlk adımı nasıl atacağım?’, ‘Ya pişman olursam?’ gibi sorularla ve hayatın gerçekleriyle yüzleşiyoruz. şehirden uzak
Şehirden kaçmanın nelere çözüm olup bizi hangi problemlerle karşı karşıya getirebileceğini, her şeyi bırakıp gitmenin artılarını ve eksilerini, o ilk adımı atmanın nasıl mümkün olabileceğini öğrenmenin en iyi yolu ‘bir bilene sormak’ dedik ve her şeyi geride bırakıp kendilerine şehir hayatından çoook uzaklarda, yepyeni bir hayat kurmuş ”eski şehirlilerle” ilham verici röportajlar gerçekleştirdik. Röportajımızın konuğu yazarımız Seval Yılmaz Ardal…
Şehirden kaçış yolculuğun nasıl başladı? Tam olarak hangi noktada ‘evet, artık gitmenin zamanı geldi’ dedin?
İstanbul’da yaşıyorduk. Ben kurumsal bir firmada satış eğitim departmanındaki işimden istifa etmiştim ve severek yapacağım bir şeyler arayışındaydım. Eşim; Ahmet de freelance yazılımcı olarak çalışıyordu. Doğada vakit geçirmeyi çok seviyorduk. Her fırsatta arabaya atlar üşenmeden yol yapar bir yerlere giderdik, kamp kurar, ateş yakar, ormanlarda yürürdük. Birlikte kurduğumuz bu yeni yaşam şekliyle zaman içinde şehirle olan ilişkimiz zayıflamaya başladı. Yeni bir mekan yada güzel bir konser aramak yerine şehirde gün batımı izlenecek sakin bir köşe, bisiklet sürülecek güvenli bir rota bakar olmuştuk. Neden burada yaşıyoruz diye sormaya başladık. Ben o dönem çalışmıyordum, Ahmet de işlerini evden yürütüyordu. Sık sık şunu söylediğimizi hatırlıyorum: “İnternet olan herhangi bir yerde yaşayabiliriz”
Bu düşünceyle birlikte Türkiye’nin onlarca farklı yerinde evlere ve kira fiyatlarına bakmaya başladım. Ege’den Karadeniz’e her gün yeni bir şehir fikriyle geliyordum. Yeni hobim yaşanacak yeni yerler bulmak olmuştu. Derken emlak sitelerinden birinde bir “Tiny House” ilanı gördüm. Ve kalbimize bir minik ev hayali düştü. Başladık ciddi ciddi arazi aramaya. Bir yandan da kendimizi Tiny House videolarına adamıştık. Çatalca, Kırklareli, Edirne, İzmit, Sakarya gibi İstanbul’a yakın yerlerde gezdik uzun bir süre. Haftasonları kendimizi sürekli yer bakarken buluyorduk. Sonra bir gün başarısız geçmiş bir araştırma gününün sonunda, eve dönüş yolunda bir aydınlanma yaşadık. Baktığımız yerler gerçekten bizi heyecanlandıran yerler miydi yoksa bir ayağımız İstanbul’da olsun fikriyle mi hareket ediyorduk? Bunu sorguladık. O gün bir karar verdik, harita üzerinde ufak bir hazırlık yaptık ve kısa bir süre içinde arabayla bir haftalık bir yolculuğa çıktık. Çanakkale’den başlayıp, Ege’yi köy köy gezerek Bafa’ya kadar vardık. Bazı kriterler belirlemiştik ve onlar doğrultusunda Bafa’yı rota üstünde son durak olarak işaretledik. Onlarca emlakçı ve köylü ile buluştuk. Bazen kimseye ulaşamadık. Adını hiç duymadığımız yerlerden araziler baktık. Umutlandık, hayal kırıklığına uğradık. Ada parsel nedir bilmezken, imarlı-imarsız arazi, zeytinlik, tarla, arsa, kadastral yol vs. ne demek bunları öğrenmeye başladık.
Bir haftada ne kadar gezilebilirse gezdik ve İstanbul’a geri döndük. Sonra baktığımız yerlerden birini almaya karar verip yeniden yola çıktık ve Çanakkale Bayramiç’in bir köyünden bir arazi satın aldık. Düğünümüzde gelen takıların parasıyla o araziyi aldık ve niyetimiz bir Tiny House yapıp orada yaşamaktı. İstanbul’dan git gel yapamayacağımız için araziye en yakın yer olan Bayramiç merkezde kiralık ev baktık. Dört gün Öğretmenevi’nde kalıp ev aradık ama bir şekilde olmadı, bulamadık ve İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldık. “Bu kışı İstanbul’da geçirir, baharda geri döneriz” dedik. Fakat öyle olmadı. Çünkü kış boyu benim tek düşündüğüm şey, yaşamayı planladığımız bölgenin kışının ne kadar sert olacağı idi. Araziyi alırken “Çanakkale’den kar kalkar, sizin köyden kalkmaz” demişlerdi bir de. Bu yolculuğa başlarkenki o gözü kara hal geçmiş ve yerini endişelere bırakmıştı. Durduk. Kendimize ya da çevremize bir şey kanıtlamak zorunda değildik. Bekleyelim ve başka yer bakalım dedik. Kış boyunca başka bir adım atmadık, konu biraz rafa kalktı. Hevesimiz azaldı. Ben içten içe Çanakkale’de yaşama fikrinden uzaklaşıyordum, Ahmet’in de cesareti kırılmıştı.
Bir Pazar günü AVM’ye gitmek için evden arabayla çıkıp saatlerce trafikte mahsur kalınca, yol kenarında ilk bulduğumuz yere arabayı bıraktık. Yürümeye başladık. Florya sahilden geçerken biraz oyalandık, deniz kıysına kadar indik. Sohbet edip taş toplamaya başladık. Ocak’ın sonuydu, hava güneşli ve ılıktı. Kışın bile havası ılık olan ve denizi olan yerlerin ne kadar güzel olduğunu konuşurken, Ahmet “Niye o zaman oralara bakmıyoruz?” dedi. Çanakkale’deki arazi durabilirdi. Bugüne kadar hep önce araziyi aramış ve o araziyi bulunca yakınlarında bir yerde kiralık ev bakarız demiştik. Ancak uzaktan veya kısıtlı zamanda köy seçmek, yer bakmak, bulmak, anlaşıp satın almak çok zormuş onu anladık. Bu sefer önce kiralık yer bulalım, gidip yerleşelim ve bölgeyi seversek civar köyleri gezerek aramalarımıza devam edelim istedik. Aynı gün internetten Muğla, Antalya, İzmir, Aydın ve birkaç şehirde daha kiralık ev aramaya başladık. Karşımıza Mumcular diye bir yer çıktı. Kiralar İstanbul’daki evimizin kirasının yarısından daha azdı. Ve evler daha büyük ve yeni. Haritada yerine baktık, Bodrum’a 30km. mesafedeydi. Biraz kırsal gibi ama değil de.
Bodrum bizim kriterlerimize uymuyor diye bu taraflara hiç bakmamıştık aslında. Ertesi gün emlakçılarla telefonlaştık, 1 hafta sonra atlayıp gittik ve evimizi tuttuk. Etrafı gezmeden, mahallede bir tur yürümeden, kimseyle tanışmadan, ailelere danışmadan… İkimizin de hissettiği bir duygu vardı o gün: “Buralarda doğmuş büyümüş gibi…” Enine boyuna düşünmeden o hissin peşi sıra gidip evi tuttuk. Eğer işler hayal ettiğimiz gibi gelişmezse bir kaybımız olmazdı, sonuçta büyük bir yatırım yapmıyorduk, henüz bir ev inşaa etmeye kalkışmamıştık. Sadece kiralık bir daire tutuyorduk. Eve dönüp eşyaları topladık, nakliyeci ayarladık, eş dost ve ailelerle vedalaştık, 3 hafta içinde yeni evimize taşındık.
Aylardan Şubat’tı. Aslında İstanbul’dan başka bir yerde yaşama fikri benim daha önceden de ara ara aklıma gelirdi. Antalya’ya arkadaşımı ziyarete her gittiğimde “Neden ben de böyle bir yerde yaşamıyorum?” derdim. Daha öncesinde Güney İspanya’da 1 yıl yaşamıştım. Oraların kırsalını da gezme fırsatım olmuştu ve aynı his o zamanlar da geliyordu. “Bazı insanlar şanslı, böyle yerlerde doğuyorlar” diyordum. Evlendikten sonra da seyahat ettiğimiz zamanlarda geçtiğimiz her bir küçük belde için “Burada da insanlar yaşıyor, çocukları var, çalışıyorlar, geçiniyorlar. İlla büyük şehirde olmak mı lazım” deyip, dur bakayım burada arazi ev fiyatları nasıl diye telefona sarıldığımı hatırlıyorum. Balayımızda da arabayla 25 günlük bir Ege-Akdeniz turu yapmıştık. O zaman da sadece otel tatili yapmayıp; köylerde, küçük yerlerde çok vakit geçirmiş, köylülerle tanışmıştık. Tüm bunlar bizi o “gitmenin zamanı geldi” anına hazırlamış, bilmiyormuşuz.
Bu kararı alırken seni en çok zorlayan, ‘arkama dönüp baktığımda ya pişman olursam’ diye endişelendiren şeyler nelerdi?
Arazi ararken, yol yaparken, yer seçmeye çalışırken zorlandık tabi. Yorulduk, uykusuz kaldık, yollarda hastalandık, emlakçılara ulaşamadık, para harcadık, kalacak yer bulamadık, tartıştık, yorulduk. İniş çıkışlar yaşadık ama bir şekilde kendimizi devam ederken bulduk. Gerçekten çok istiyorduk. “Pişman olur muyuz?” diye sorduğumuzu hiç hatırlamıyorum. Biraz deli cesaretiydi o dönem yaşadığımız şey. Zaten kalbimizi titreten diğer şeyler daha uçlardaydı. İstanbul’dan başka bir yere göçmesek, her şeyimizi satıp dünyayı gezecektik. Belki de o yüzden o kadar büyük bir şey gibi gelmiyordu o zaman.
Hem insanlar neler neler yapıyordu, biz altı üstü aynı ülkede şehir değiştirecektik. Çocuğumuz olursa köyde nasıl büyür diye endişelenmedik mesela. Aksine İstanbul’dan gitmek istiyorsak çocuk sahibi olmadan gidelim, çocukla zor olabilir diyorduk. Aile ve arkadaşlarımızı özler miyiz? Özleyince gider gelir görüşürüz diyorduk. Mesleklerimizle ilgili bir endişe de hissetmedik. Ben zaten bir geçiş aşamasındaydım, çizerlik yapmaya başlamıştım. Yeniden kurumsal bir iş hayatı istemediğimden emindim. O yüzden büyük şehirde olmak gibi bir gereklilik kalmamıştı iş açısından. Denemekten ne çıkar zaten. En kötü kalkar dönersin başladığın yere, yaşadığın da hayat tecrübesi olur.
Şehirden ayrılıp bambaşka bir hayat kurma kararına ailenin ve arkadaşlarının, çevrenin tepkisi nasıl oldu?
Bence başlarda çok ciddiye almadılar. Ama biz sürekli konuştuğumuz için galiba biraz kulak aşinalığı oldu onlara. Yani işler ciddiye binmeden önce de biz hep konuşup hayallerimizi anlatıyorduk. Sonra Çanakkale’deki yeri alınca, “Neyse iyi yatırım olur, oralar değerlenecek ilerde” gibi tepkiler aldık. “20 metre kare bir ev yapıp, bir köyde yaşayacağız, hatta evi de ahşaptan kendimiz yapacağız” deyince “Hmm hadi inşallah” diyorlardı genelde. Şimdi buradan bakınca o zamanki Seval ve Ahmet’in imkanlarıyla yapmak istedikleri arasında ben de mesafe görüyorum. İstanbul’dan sonra merkeze o kadar uzak bir köyde mutlu olur muyduk ondan da emin değilim.
Ama o günlerde biz iyi ki iyi ki kendi yolumuza devam etmişiz. Yoksa cebimizde pek paramız da yokken yeni bir yaşam kurma hayaliyle bir bilinmeze atlamak o kadar kolay olmayabilirdi. O bilinmezlik bizi tahmin ettiğimizden çok daha güzel bir yere ve yaşama taşıdı. Ocak ayında Çanakkale’den vazgeçip de biraz daha güneye bakmaya karar verdiğimizde, bunu ailelerimize yola çıkmadan hemen önce söyledik. O ara hep seyahat ettiğimiz için belki de, yine biraz gezip geleceğiz sanmış olabilirler, tam hatırlamıyorum. Sonra evi tuttuğumuz gün arayıp haber verdik. O kısım biraz şok edici oldu. Çanakkale mi? Haa yok Bodrum. Bodrum mu?!! gibi diyaloglar… Çünkü son bir yıldır konuşmalarımızda biz hep Çanakkale’ye gidiyorduk.
Pek çok insanın taşraya taşınmaktaki ortak kaygısı gittiği yerde kariyerini sürdürememek ve gerekli olan finansal kaynağı nasıl sağlayacağını bilememek. İşin finansal boyutunu planlama konusunda sen nasıl bir yol izledin? Yaşam standardın bu değişimden nasıl etkilendi?
Kendimizi garantiye aldığımız bir planımız yoktu. Ama bizi rahatlatan bir konu vardı, kira başta olmak üzere sabit giderlerimiz İstanbul’a göre yarı yarıya azalmıştı. Bu durumda aslında gelirimiz hiç değişmese ve sadece birimiz çalışmaya devam etse bile yine de iyi durumdaydık. Ahmet freelance çalışmaya devam ediyor, ben de çizerlik yapıyordum. İşler yolunda gitmezse ikimiz de asgari ücretle herhangi bir yerde (bir mağaza veya markette) çalışır geçiniriz diyorduk. Kariyerimizi devam ettirme gayretinde değildik. Tek istediğimiz bizi mutlu edecek bir yerde yaşamaktı.
Denize yakın olmak, ormanda, dağlarda yürüyebilmek için kilometrelerce yol yapmak zorunda kalmamak, sakin bir mahallede/köyde yaşamak, trafiksiz araç kullanabilmek, vakti gelince ekip biçebilmek, dalından meyve yiyebilmek, temiz hava gibi şeyler bizim için asıl zenginlikti. Bir yandan da geçen zaman içinde ikimizin işleri de bizim planladığımızdan çok daha iyi yönde şekil değiştirdi ve ilerledi. İyi ki iş kaygısı ile hayallerimizden vazgeçmemiş yolumuza devam etmişiz. Bu güzel gelişmeler de sanki yolumuza devam ettiğimiz için yaradanın bize hediyesi oldu. Öyle inanıyoruz.
Şehirdeki yaşamını ve köydeki hayatını karşılaştırdığında, sence hem şehir yaşamının hem de köy yaşamının artıları ve eksileri neler?
Yaşadığımız yer Bodrum merkeze 30 km mesafede, eskinin köyü, yeninin mahallesi. Artık tam kırsal değil. Üçer beşer tane de olsa marketler, kafeler, petrol ofisinin falan olduğu gelişen, büyüyen bir bölge. Bizim evimiz buranın az biraz dışında bir köyde. Yürüme mesafesinde bakkal vs. yok. Sadece komşu evler var. Komşularımız hayvancılık, bağ bahçe bostan işleriyle uğraşan buralı insanlar. Fakat bizim yaşadığımız ev bir köy evi değil, bir daire. Kırsal yaşam deyince insanların aklına ilk gelen bahçeli bir ev, kendi domatesin, biberin ve tavukların oluyor. Bizim hayatımızda (henüz) bunlar yok. Köy içinde ama iki bloktan oluşan yeni bir sitede yaşıyoruz. Kırsalla şehrin gerçek bir karmasını bulduk gibi bir durum var bizim için. Bununla birlikte aslında kırsalda yaşamayı çokça tecrübe ettiğimiz günlerimiz de oluyor burada.
Dışardan gelene açık ve paylaşmayı seven insanlarla çevrildi etrafımız. 3,5 yılda komşularımız, bayram kahvaltılarını birlikte yaptığımız, çocuğumuzu emanet edebildiğimiz ailemiz gibi oldular sağ olsunlar. Yumurtayı, sütü komşuların tavuklarından, ineklerinden alıyoruz. Bahçelerine ekip biçtiklerinden ben de çokça bilgi edindim. Eşlik ettim. Nar ekşisi, tarhana, salça yapmayı, zeytin toplamayı ve kurmayı, türlü türlü Ege otunu, köy adetlerini ve daha bir çok şeyi öğrendim, yaptım. Sessizliğe ve o sessizliği bozan traktör, tavuk ve inek seslerine kulağımız alıştı. “İstanbul’dan Ege’ye göçeli neredeyse 3 ay olacak.” diye başladığım bir yazı yazmıştım. Oğlumuz Ali burada doğdu. Hamileliğim boyunca sürekli ormanlarda, kırlarda yürüyebildim. Yaz aylarında gün aşırı denize gittik. Sakin ve sağlıklı bir hamilelik geçirdiysem burada yaşıyor olmanın da büyük katkısı oldu bence buna.
Ali 2 yıl boyunca ineğinden atına, kaplumbağasından kazına, kuzusundan civcivine türlü hayvanla yakından tanıştı. Kırlarda emekledi, dağ yollarında yürümeyi öğrendi. Henüz 1 yaşını doldurmadan kamp yapmaya başladık. Sokağından deve geçen, Marmaris’ten Datça’ya türküsü eşliğinde arabayla dondurma satılan, insana kendini tatlı bir Ege filminde hissettiren bir yer burası. Civar köylerde yaptığımız uzun yürüyüşlerde karşılaştığımız insanlardan duyduğumuz ilk kelime hep “hoş geldiniz” oluyordu. Şaşırıyorduk. Tanımadığın, yolda geçerken karşılaştığın insanlar sana hoş geldiniz diyor. Evine davet eden, yedirip içiren, bahçesinde ne varsa toplayıp kucağını dolduran yabancı insanlar. Belki annelerimizin “Allah iyi insanlarla karşılaştırsın” duası kabul olmuştur, belki de sahiden Ege insanı böyledir. Komşularımızı anlatmıyorum bile. Artık onlar hikayemizin bir parçası ve bizde yerleri çok ayrı.
İstanbul’da çok büyük bir sitede yaşıyorduk. 2 yılın sonunda oradan taşındığımız gün yan dairedeki komşumuzla tanışmış ve ancak o gün, eşyalar kamyona yüklenirken bir kahve içebilmiştik. O zamanlar biz de biraz yabaniydik galiba. Ya da çoğu şehirli gibi kendi hayatımızla meşguldük. Aynı blokta 100’den fazla aile ile yaşarken gece aç yatabilirsin ve kimse bunu bilmez. Buradaki ilk yılımızda bunu çok sorgulamıştık. Bolluk, bereket, paylaşmak, yedirmek, içirmek, ağırlamak, yardımlaşmak ile ilgili algımız epey değişti burada. Alışveriş şeklimiz de değişti. Haftalık pazar alışverişi yapmaya başladık. Marketten aldığımız şeylerin sayısı azaldı, civar köylerden gelen tanıdıklardan, yerel ve küçük üreticiden aldıklarımız arttı. Şehirde doğmuş büyümüş insanlar olarak kırsalı ne kadar sevmiş ve uyum sağlamış olsak da şehir yaşamını ara ara yaşamak isteyebilirdik. Bunu dezavantaj olarak yazabilirdim ama burada pek hissetmedik çünkü Bodrum bir küçük İstanbul. O yüzden evimizin köyde olmasını ama bir yandan da Bodrum gibi bir yere yakın olmayı, güzel mekanlarda vakit geçirmeyi, konserleri, etkinlikleri takip edebilmeyi de sevdik.
Hamileliğim sırasında Bodrum’da tanıştığım başka anne arkadaşlarımla her hafta buluşabiliyoruz. Bebekleri arkamıza atıp hep birlikte bisiklet turları yapıyor, bazen denize gidiyoruz. Her hafta gitmeyi sevdiğimiz bebek/çocuk dostu mekanlar var. İstanbul’da olsam bebekli arkadaşlarımla bu kadar kolay ve sık buluşabilir miydim emin değilim. Tüm bunlardan ötürü kendimi çok şanslı bir yeni anne olarak görüyorum. Bizim için burası bir ara kademe oldu. O yüzden bir köy evi bulup izole bir hayata geçmektense önce hem kırsala hem şehre yakın bir yerde, alışkın olduğumuz ev düzeninde (bir daire) yaşamak bize iyi geldi. Baştan böyle planlamamıştık ama süreçte işler buna evrildi ve iyi ki öyle olmuş diyoruz şimdi.
Asıl amacımız gerçekten kırsal bir yerde (özellikle ormana yakın) kendi arazimiz içinde bir evimizin olmasaydı. Başından beri niyetimiz buydu. Ama İstanbul’da yaşarken uzaklardaki o araziyi bulmak, köyü seçmek hiç kolay olmuyor. Burada geçirdiğimiz ilk yıl civar köyleri gezdik sıkça. O arada Çanakkale’deki yeri sattık. Burada güzel yerler bulduk, beğendik, kararsız kaldık almadık, sonra almaya niyet edince satıldığını öğrendik, üzüldük. Emlakçılarla uğraştık, bazen birimiz beğendi, birimiz beğenmedi, yine olmadı. Bazen bulduğumuz araziyi beğendik ama köye kanımız kaynamadı, ya da tam tersi. Epey uğraştık. Ve sonunda vazgeçtik. Sonra “Bari yatırım olsun” deyip herhangi bir köyden bir arazi aldık. “En az 1 yıl şu işe ara verelim, zaten güzel bir yerde yaşıyoruz, artık tadını çıkaralım, sonra bakarız” dedik ama duramadık ve sonuna içimize çok sinen o arazi bulduk. Bu sefer de paramız kalmamıştı. Kredi çektik. Tıpkı bu coğrafyaya ilk geldiğimizde hissettiğimiz “burada doğmuş ve büyümüşüz” hissini o araziyi gezerken yaşadık. Yalnız bu kez araziyi alıp ev yapacaktık, yatırım gerektirecek ve emek harcayacaktık. 1 yıl boyunca buraları gezdiğimiz, yaşadığımız, tanıdığımız ve en önemlisi çok sevdiğimiz için yine o hissin peşine gidebildik. Bir süredir de hayal ettiğimiz evi (tiny house’tan normal eve döndü hayallerimiz) yapmak için uğraşıyoruz. O da bambaşka bir hikaye…
Şehir yaşamından uzaklaşıp taşraya yerleşmeyi planlayan okuyucularımıza tavsiyelerin neler olur?
Yaşamak istediğiniz veya merak ettiğiniz bir bölge varsa oraya en yakın yerleşim yeri neresiyse önce orada kiraya çıkmak, hatta imkanınız varsa şehirdeki evinizi kapatmadan gelip birkaç ay, belki 1 yıl yaşamak, denemek, çok iyi olur. Bunu yapamıyorsanız bir şekilde o bölgede vakit geçirmeye çalışın. Tatile gidin, kamp yapın, yürüyüş yapın. Bazen yan yana iki köy size farklı hissettirebilir. Bir köy evi bulmak, bir arazi seçmek, şehirde bir daire ve mahalle seçmekten biraz daha farklı. Orada bizzat bulunmak, gidip gelmek, gezmek, insanıyla tanışmak selamlaşmak, muhtarıyla sohbet etmek, ne bileyim varsa bir bakkalı alışveriş yapmak… Havası, gecesi gündüzü… Bunlar size ne hissettiriyor buna bakmak iyi olur. Biraz o bölgeyi yaşamak yani. Hem köylünün hepsi satılık evini, arazisini emlak sayfalarına koymuyor. Eşiyle, ailesiyle birlikte kırsalda bir yaşam kurma hayali olanlar, bunu gerçekten ikiniz de istiyor musunuz? Bir tarafın bir tarafı ikna ettiği bir senaryo zor olabilir. Aynı şeyi isteyen iki insanın enerjisi işleri kolaylaştıracaktır. Son tavsiyemiz de şu olur; hareket etmeden önce tüm sorulara cevap bulmaya çalışmayın, kervan yolda düzülür. Varsa niyetiniz, şimdiden yolunuz açık olsun, ayağınıza taş değmesin.
İlginizi çekebilir:
Şehre uzak, hayata yakın: Semanur Aksoy ve İstanbul’dan Fethiye’ye uzanan hikayesi
Şehre uzak, hayata yakın: Seza Aslanbaş ve İstanbul’dan Yalıkavak’a uzanan hikayesi