Yeni bir yaş daha büyüyeli, yine bir eylülü bitireli çok az zaman oldu. Sonbahar benim kendimi değerlendirme, kendime yeni hedefler belirleme, hayallerime yelken açma dönemim. Bu yaşım için önceliklerimi sıralarken; listemde bütün hayatımı değiştirecek güce sahip bir madde var biliyorum. Aslında hepimiz için çok önemli olan, ama yuvarlanıp giderken pek de umursamadığımız bir madde: Hayatlarımızın tam da ortasında yer alan iletişim.
Marshall B. Rosenberg’in “Şiddetsiz İletişim” kitabı, iletişim konusunda ilk akla gelenlerden. Yazar “Şiddetsiz iletişim, insanı gönülden vermeye yönelten bir iletişim yoludur” diyor. Şiddetsizlik sözcüğünü Gandhi’nin kullandığı anlamda, şiddetten arındığında yüreğimizde var olan şefkat hali olarak yorumluyor. Hatta bazı ülkelerde kitabın çevirisinin “Şefkatli İletişim” olduğunu belirtiyor. Ben bu versiyonu kitaba daha çok yakıştırıyorum ve daha umutlu buluyorum; bu yüzden yazımda bu şekilde geçirmeye karar veriyorum.
Kitap sadece kendini tanımlarken Gandhi’den destek almıyor, aynı zamanda onun çok sevdiğim bir sözü ile başlıyor. “Dünyada görmeyi arzu ettiğimiz değişimin kendisi olalım.” Oysa biz bu sözün aksine, başımıza gelen neredeyse her şey için dışarıda birilerini suçlamıyor muyuz? Kendi söylediklerimizin ne kadar farkındayız?
Açıkcası ben kendimi gözlemlediğimde, otomatik tepkilerimin çokça olduğunu fark ediyorum. Belirli kişilere, olaylara, ortamlara tepkim hep çok yüksek oluyor. Bu süreçler bazen kendimi, bazen karşımdakini üzmekle sonuçlanabiliyor. Neyi farklı yapacağım, peki ya nereden başlayacağım derken; “Şefkatli İletişim”in dört ana öğesinin bana yardımcı olabileceğine inanıyorum. Bu öğeleri gözlem, duygu, ihtiyaçlar, istek-rica olarak sıralayabilirim.
Şefkatli bir iletişim için yazarın yönelttiği sorularla başlamak en iyisi.
“Ne gözlemliyorum? Ne hissediyorum? Neye ihtiyacım var? Yaşamımı zenginleştirmek için ne istiyorum?”
“Sen ne gözlemliyorsun? Ne hissediyorsun? Neye ihtiyacın var? Yaşamını zenginleştirmek için ne istiyorsun?”
İletişimden bahsederken bunun tek taraflı bir süreç olacağını düşünmemiştiniz, değil mi? Hazırsanız “Şefkatli İletişim”in her bir öğesine daha detaylı bakmaya başlayalım.
Mevlana “Doğru ve yanlışın ötesinde bir yer var, orada buluşalım” demiş. Peki biz bunu kendi hayatlarımızda uygulayabiliyor muyuz? Herkese, her şeye dair bol bol yargılarımız yok mu? “O çok şöyle. Bu da bunu yapıyor, ayıp. Ben bunu asla yapmam” ve daha niceleri ile hayatlarımızı doldurmuyor muyuz?
Başkaları hakkında analizler yapmayı çok seviyoruz. Peki biliyor muyuz ki, bütün bunlarla aslında kendi ihtiyaçlarımızı ve değerlerimizi ifade ediyoruz? Bol bol başkaları ile kendimizi kıyaslıyoruz? Bütün kötü davranışlarımızı “Herkes bunu yapıyor. Başka çare yok ki!” yalanlarıyla aklamaya çalışıp, sorumluluktan kurtulmak mı istiyoruz?
“Şefkatli İletişim”in ilk öğesi olarak “gözlem ve değerlendirmeyi birbirinden ayırmakla” başlıyor yazar. “Gözlemler belirli zaman ve bağlama özgü olmalıdır” diyor. Genellemeler yapmaktan; her zaman, hiçbir zaman, sık sık, nadiren gibi kelimeler kullanmaktan kaçınmamızı öneriyor. Örnek verecek olursak; “Ayşe işlerini hep son ana bırakır” demek yerine “Ayşe sınavlara bir gece önceden çalışır” demek bile büyük farklar yaratabiliyor. Hem Ayşe için, hem de bizim onu etiketlemekten kendimizi alıkoyabilmemiz için. Günlük hayatımızda kullandığımız neredeyse bütün cümlelerin genelleme içerdiğini fark etmeye başlıyorum. Kitap daha ilk öğeden beni şaşırtmayı başarıyor.
“Şefkatli İletişim”in ikinci öğesi “hissettiklerimizi ifade etmek”. “Ben zaten hissettiklerimi içime atmam, paylaşırım, rahatlarım” diyenlerden olabilirsiniz. Ama tam da burada size iki sorum olacak: Kendi hissettiklerinizi mi paylaşıyorsunuz, yoksa başkalarının sizden duymak istediklerini mi? Ve gerçekten hissettiklerinizi mi paylaşıyorsunuz, yoksa düşündüklerinizi mi?
Yazar çok önemli bir ayrıma dikkat çekiyor; duygular ve duygu sanılanlar. “Hissediyorum” kelimesini bol bol kullanmamıza rağmen, aslında “Düşünüyorum” demek istiyoruz. Örnek verecek olursak; “Bana adil davranılmadığını hissediyorum” demek yerine “düşünüyorum” sözcüğünü kullanmak çok daha uygun; peki ya neden?
Cevabı çok basit. Duygularımızdan bahsederken, “hissediyorum” kelimesini kullanmamıza gerek yok. Tedirginim, mutluyum, kızgınım demek yeterli. Bizse genelde duygularımız yerine düşüncelerimizi paylaşmayı tercih ediyoruz. Belki de duygularımızı açıkça dile getirip, bizim de yaralanabilir bir kişi olduğumuzu dışarıya göstermekten ölümüne korkuyoruz. Kendinize, cümlelerinize; şimdi de bu gözle bakmaya ne dersiniz?
“Şefkatli İletişim”in üçüncü öğesi “duygularımızın kaynağını bilmeyi ve kabul etmeyi” içeriyor. Kendime çok uzun süredir hatırlatmaya çalıştığım kısım bu: “Sinocum ‘Başkalarının yaptıkları duygularımızın tetikleyicileri olabilir, ama asla sebebi değil.’ Bunun farkındasın, değil mi?” Çünkü tetikleyicilere nasıl cevap vereceğimiz tamamen bizim seçimimiz. Başına birebir aynı olay gelmiş iki kişinin tepkilerinin bambaşka olabilmesinin sebebi de işte bu.
Peki ya olumsuz bir mesaj, size yönelik bir suçlama geldiğinde nasıl cevap veriyorsunuz; bunu hiç düşündünüz mü?
Yazara göre böyle anlarda dört farklı seçenekten birini seçiyorsunuz. İlki hepimizin bolca yaptığı “kendimizi suçlamak”. Çoğu zaman bütün bunları hiç de üstümüze almamız gerekirken, bunların altında kendimize eziyet etmek. İkincisi ise “başkalarını suçlamak”. Bu benim hatam değil, aslında senin hatan diyerek karşı atağa geçmek; üstüne daha da fazla sinirlenmek. Üçüncüsü “kendi duygu ve ihtiyaçlarımızı algılamak ve paylaşmak”. Dördüncüsü ise “diğer kişinin duygu ve ihtiyaçlarını sezmek”.
Bu kısmın daha net anlaşılabilmesi için kitaptan birkaç örnek paylaşmak istiyorum.
“Yemeğin bitmezse anne hayal kırıklığına uğrar.”
“Çok kızdım, çünkü o yönetici sözünü tutmadı.”
Tanıdık gelenler oldu, değil mi? Peki duygularımızla, ihtiyaçlarımızı birleştirmeyi denesek; sizce bu cümleler nasıl olurdu?
“Yemeğin bitmezse anne hayal kırıklığına uğrar, çünkü (ben) güçlü ve sağlıklı büyümeni istiyorum.”
“Yönetici sözünü tutmadığı için kızdım, çünkü ben bu hafta sonu izin alıp kardeşimi ziyaret etmeyi planlıyordum.”
İhtiyaçlarımızın karşılanmasını istiyorsak; eleştirmek ya da yorum yapmak yerine, duygularımızı ve ihtiyaçlarımızı dile getirmek daha uygun olmaz mı? Birbirimizin hatalarını, eksiklerini birbirimizin yüzüne vurmak yerine; kendi ihtiyaçlarımız üzerine konuşmaya başlarsak, çarelerin bulunma olasılığının büyük ölçüde arttığını belirtiyor yazar. Buna kesinlikle katıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Ve soruyorum sizlere; aslında bizim derdimiz dışarıdakilerle mi, yoksa kendimizle mi?
Hayatlarımızı düşünecek olursak; en yakınlarımızla, eşimizle, akrabalarımızla, arkadaşlarımızla anlaşamadığımız, bozuştuğumuz, birbirimize kızdığımız, yükseldiğimiz konu başlıkları genelde aynı yerden gelmiyor mu? Belki de o konularda karşı tarafı suçlamak yerine, artık çuvaldızı kendimize batırma vaktidir; ne dersiniz? Altta yatan ihtiyaçlarımızı onlarla paylaşma cesareti göstersek, her şey daha iyiye değişmeye başlayacaksa; hala neden inat ediyoruz?
“Şefkatli İletişim”in neyi gözlemlediğimizi, neyi hissettiğimizi ve neye ihtiyaç duyduğumuzu ele alan üç öğesinden sonra son kısmına geliyoruz. “Hayatlarımızı zenginleştirmek için başkalarından ne rica etmek istiyoruz?”
Fark ettiniz mi bilmem, ama genelde ricalarımız olumsuz bir dil içeriyor. “Lütfen, bunu yapmanı artık istemiyorum” gibi. Bazen de net bir dille söylemekten çekindiğimiz için imalara başvuruyoruz. Bazen sadece duygularımızı dile getiriyoruz, aksiyonu ise karşıdan bekliyoruz. Oysa hem duygumuzu, hem de ihtiyacımızı net bir şekilde dile getirsek; karşıdakinin bizi anlaması ve ricamızı yerine getirme olasılığı artacak. Peki sizce burada ne durumdayız?
Bence Türk halkı olarak en çok çuvalladığımız kısımlardan biri burası. Yolda yürüyen yaşlı teyze, işteki amir, otobüs şoförü, devlet dairesindeki memur, anne, baba, çocuk… Herkes bir şeylere atarlı; ama hiç kimse tam olarak ihtiyaçlarını paylaşmadan hepsi imalarla, söylenmelerle, göz devirmelerle, sessizliklerle diğer tarafın bunu anlamasını bekliyor. Hiç olacak şey mi? Değil! Ama canım ülkemde her an, her gün tüm bunlar defalarca yaşanıyor.
Kitaptaki dört öğeyi kendimizi ifade etmek için uygulamaya başladıktan sonra; diğerlerinin ne gözlemlediğini, ne hissettiğini, neye ihtiyacını olduğunu ve ne istediğini duymak için öğrendiklerimizi uygulama zamanı geliyor. Yazar bu kısmı “Empatiyle Anlamak” olarak adlandırıyor. “Empati, başkalarının yaşadığı ne ise, onu saygı ile anlama çabasıdır. Empati, zihni boşaltarak bütün varlığımızla dinlemektir” şeklinde tanımlıyor.
Kitabın bu bölümü beni fazlasıyla etkiliyor; çünkü kitabı okuyana kadar kendimi empati konusunda başarılı sanıyordum. Oysa empati tüm varlığınla orada olmayı gerektirirken; ben diğer tarafı yatıştıracak tavsiyeler, kendi hayatımdan örnekler, teselli etmeye çabalamalar ile geçiriyormuşum zamanımı. Çok önemli bir noktayı gözden kaçırıyormuşum; bakalım o kişi bütün bunları istiyor mu? İşte bunu hiç sormuyormuşum.
Peki ya başkalarını empati ile anlamaya çalışırken, kendimizi ne kadar şefkatle dinliyoruz? Mükemmel olmadığımızda kırbacı kendimize ne kadar hızlı vuruyoruz? -meli,-malı’lardan nasıl yüksek kuleler inşa ediyoruz? Kendimizi geçmişte yaptığımız hatalar için cezalandırmaya neden bir son vermiyoruz? Daha çok ünvan, para, onay, ilgi kazanmak için devam ettiğimiz mecburiyetlere artık bir dur desek; sizce de güzel olmaz mı?
Haydi gelin yazarın buradaki önerisine kulak verelim. “Mecburum”ları “seçiyorum”lara çevirelim. “Ben ……… yapmayı seçiyorum, çünkü ……….. istiyorum” cümlelerini kendimiz için tamamlamaya başlayalım. Yapmaktan nefret ettiğimiz şeylerin bazısını aslında istediğimizi fark etmemimizi sağlayacağız. Bazılarını da artık hayatımızdan çıkarmaya bu şekilde karar verebileceğiz.
Buraya kadar okumaya devam ettiyseniz; öncelikle çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız! Oldukça uzun bir yazı olduğunun farkındayım, ama aslında “Şiddetsiz İletişim” kitabından sadece ana hatlarıyla bahsedebildim. Daha fazlası için kitabı okumanızı kesinlikle öneriyorum. Gelin kitabın en başına Gandhi’nin sözüne dönelim, “Dünyada görmeyi arzu ettiğimiz değişimin kendisi olalım.” İşe kendimizden, ağzımızdan dökülenler ve dökülemeyenlerle başlayalım. Hem kendimizi, hem de çevremizi yıpratmaktansa; daha güzel bir yolun her zaman mümkün olduğunu unutmayalım. Yeter ki adım atalım, küçük büyük, ne fark eder demeden başlayalım. Ben bu yola baş koyuyorum, peki siz de geliyor musunuz?
Not:Ömrümde en çok iletişim kurduğum; hem çok sevdiğim, hem çok didiştiğim; nazımı en çok çeken canım ailemle çıktığımız Lizbon seyahatinden fotoğraflar.
İlginizi çekebilir: Zaman makinesi ileri sardığında: Peki ya ne olacak bundan sonrası?