Hepimizin yüreğini derinden yaralayan, bu dünyaya olan sarsılmış inancımızı hepten sarsan, elimizden gelmeyenler karşısında çaresizliğimize çaresizlik eklediğimiz günler yaşıyoruz. Pandemiyle savaşımız henüz bitmemişken, ekonomik kriz birçok kişi için hayat memat meselesi haline gelmişken, bir “savaş” eksikti gündemimizde.
Rusya-Ukrayna savaşı çeşitli olasılıklarla bizi korkutsa da, dramatik görüntülerle içimizi dağlasa da ateş düştüğü yeri yakıyor. Daha önceki yüz binlercesi gibi. Çocuğuyla vedalaşan asker bir baba, sığınakta sabahlayan emziren bir anne, evinin sıcağından metro istasyonunda hayatta kalmak için yüreği tir tir titreyerek dualar eden bir çocuk olmadıkça onları anlayabilmemiz çok da mümkün değil. Dualar, hashtagler, twitler, kınamalar bu ateşi durdurmaya muktedir değil. Savaşın elli tonunun en koyu renk olanlarından biri daha…
Savaş gerçeğiyle yeni karşılaşmadık. Derslerde sebep sonuç ilişkileriyle, gerekçeleriyle ve taraflarıyla ezberlediğimiz o tarihi savaşları kastetmiyorum. Haberleri izlerken son derece tedirgin olan on iki yaşındaki oğlumu teselli etmeye çalıştığımda, yalnızca benim kişisel tarihime denk gelen savaşların bile oldukça fazla sayıda olduğunu fark ettim. Yakın bölgemizde cereyan edenler ilk aklıma gelenler, uzaklarda bilmediğimiz kim bilir neler var? Yüzbinlerce insanın yaşamını kaybettiği İran-Irak, Körfez, Afganistan, Sudan, Suriye, Bosna ve nicesi. Ve şimdi tam da insanlık dersini aldı, alacak derken savaşın sonunun gelmeyeceğini görüyoruz üzülerek. Salgının acıları dinmeden birileri nükleer saldırıdan söz edecek kadar ileri gidebiliyor.
Hepimizin “Elimizden ne gelir?” diye az veya çok düşündüğüne eminim. Belki elimizden hiçbir şey gelmediğine karar vermekte zorlanmayabiliriz de. Büyük resimleri değiştiremediğimizde kendi küçük dünyalarımızda yeni sorular sormalı ve tüm tondaki savaşları durdurmak için kolları sıvamalıyız. Evet, belki de en açık renk olanlardan başlayarak. Madem ki gücümüz büyük düzeni değiştirmeye yetmiyor, sona erdirebileceğimiz savaş hangisi? Bizler kendi sıcak ve güvenli (!) evlerimizde savaşın neresinde yer alıyoruz? Kişisel iç savaşlarımızda, ailemizle, çocuğumuzla, eşimizle ilişkilerimizde işleri nasıl ele alıyoruz? Şiddet kavramıyla ilişkimiz nasıl? Trafikte canımızı sıkan birine nasıl davranıyoruz, ne söylüyoruz? Evimizde, iş yerimizde şiddetsiz iletişimi başarabiliyor muyuz? Savaş karşıtı mesajlar paylaşırken kendi mecralarımızdaki savaşları körüklediğimiz oluyor mu? Kan dökmemiz gerekmez. Can sıktığımız, kalp kırdığımız, eziyet ettiğimiz, tehdit ettiğimiz, kendimizi dayattığımız oluyor mu? Karıncayı bile incitmeyeceğimizi söylerken göçmenler konusunda şakalar yaptığımız? Şiddetin irili ufaklı tüm versiyonlarını, bazen görünmez olanlarını, bazen sinsi olanlarını da fark edebiliyor muyuz? Fark edersek, kendimizde çekidüzen verebiliyor muyuz?
Babam, “Demokrasi evde başlar” derdi. Sadece demokrasi değil, her kavram önce kendimizde, kendi yuvamızda başlar. “Barış” da öyle. Bir aile kendi evinde demokrasiyi yaşatamıyorsa siyasal olarak demokrasiden yana olmasının, bir baba kendi çocuklarına söz hakkı vermiyorsa insan hakları ve eşitlikten söz etmesinin, bir öğretmen öğrencilerine sözlü ya da fiziksel şiddet uyguluyorsa eğitim konusunda ahkam kesmesinin anlamı yoktur. Öyleyse bir şey yapmalı. Önce kendi içimize bakmalı. Savaşın hangi tonunu yakalarsak yakalayalım onu bir bombayı kimseye zarar vermeden imha eder gibi ortadan kaldırmalı. Çünkü her türlü savaş, Nazım Usta’nın dediği gibi, korku ve sefaletten başka bize ne verebilir ki?
İlginizi çekebilir: Sevmek, her şeyden önce kendini sevmekle başlar