Balkanlar’a yaptığım seyahatimi yazmaya, beni en çok heyecanlandıran ve seyahate çıkış sebebim olan bölüm ile başlıyorum: Transilvanya.
Twilight’ı video klipmişçesine izleyen bir kişilik olarak, ne yalan söyleyeyim ‘vampir’ kelimesi benim lügatımda oldukça farklı anlamlar taşıyor. Bu sebeple, Drakula Şatosu’na gidecek olma fikrinin bende, Kazıklı Voyvoda gerçeğinin bir hayli dışında bir algı yarattığı doğrudur.
Bükreş’te masal dünyasına yolculuk: Peleş Kalesi
Romanya’nın ilk kralı I. Carol adına inşa edilen ve ailesiyle yaşamını sürdürmüş olduğu Sinai’deki şatosu Peleş Kalesi, Avrupa’da hiç görmediğim bir yapı ve doğaya sahip olması açısından bende çok farklı heyecanlar yaşattı açıkçası.
Araç trafiğine kapalı olduğu için yürüyerek katettiğimiz şatoya giden parkur; dev ağaçlarla çevrili, ırmağa paralel olarak yükselmiş haliyle, bir önceki Bükreş gecesiyle başladığım masal dünyasına devam etmemi sağladı. Burası gerçekten inanılmazdı.
İlgili yazı: Balkanlar: Bükreş’te geceyarısı
Batum’daki dünyanın ikinci büyük botanik parkında bile havaya buradaki kadar hayran kalmadığımı söylemeliyim. Maksimize olmuş oksijene bir de mentol katılmış adeta. Nefes alırken Olips yiyormuşsunuz hissini mütemadiyan hissettirdi. Atmosferi o kadar güzel olduğu için, yorucu zemin döşemesini ve bitmek bilmeyen yokuşu sesinizi çıkarmadan çıkıyorsunuz ormanın seyrine dalarak.
Az biraz şikayetiniz olduysa da bu kısmı dönüşe saklıyorsunuz, zira tepe noktasına varmak üzereyken, o büyüleyici masal dünyasından fırlamış şatonun görüntüsü karşınıza çıkıveriyor bir anda.
Bahçesinden incelemeye başladığınız heykelleri, mimarisini, işçiliğini, peyzajını içeri girdikten sonra unutuyorsunuz; çünkü içerisinin bambaşka bir ambiyansı var. Altın varaklı, şövalyeli, zırhlı dekorları, başka başka salonları ve mimarisi ile karşılıyor sizi şato.
İçeride Osmanlı’dan gelen hediyelerle oluşturulmuş şark köşelerini ve diğer gelen hediyeleri gördüğünüzde, I. Carol’ün zamanında sevilen biri olduğunu da anlamış oluyorsunuz.
Üstelik filmlerde, masallarda gördüğünüz o gizli geçitler, kitaplığın içinde bulunan gizli kol çekildiğinde açılan kapıların da aslında hep gerçeklerden esinlenildiğine şahit oluyorsunuz.
Drakula’nın hikayesi
Buradan çıktıktan sonra bir diğer durağımız olan Drakula Şatosu’na doğru ilerlerken, efsanenin aslını dinliyoruz yeniden. Kazıklı Voyvoda’nın işkenceleri sevmesi ve kan vahşetini iştahı kabararak izlemesi ile o dönemde yazılan Drakula kitabındaki karaktere pek yakın bulunuyor ve Dragon’un oğlu anlamına gelen “Drakula” ismi kendisine yakıştırılıyor. Daha sonra turistlerin de ilgisini çekmesi üzerine, aslı Bran olan Kazıklı Voyvoda’nın şatosu da Drakula oluyor ve kültürel mirasta yerini alıyor.
Bu şatoyu çok daha fazla merak ederek gitmiş olsam da, mimarisinin ve dekorasyonunun sadeliği bir önceki şatonun yarattığı büyüyü geçemiyor. Yine de avlusu ile dar, karanlık merdivenleri, yer yer o günlere geri dönüş yapmanızı sağlıyor.
Şatodan çıktıktan sonra, yerel yiyecek ve el işleri sergilerini mutlaka ziyaret edin, ev yapımı tütsülenmiş peynirleri mutlaka tadın ve hatta şarabınıza eşlik olması adına yanınıza da bir miktar alın.