Sanat ile psikolojinin randevusu: “Arada” fotoğraf sergisi
Sanattan anlayan insanları ve sanatçıları oldum olası kıskanmışımdır. O insanların ayrıcalıklı olduğunu, benim ise sanattan anlamadığımı düşünür ve üzülürdüm, bir resme bakıp o resmin içinde kaybolamadığımı zannederdim. Meğer bakmıyormuşum, sadece görüyormuşum. Bakınca gördüğünden çok daha fazlası olduğunu öğrendim.
Size bir fotoğraf sergisinden bahsedeceğim, İstanbul Concept Organizasyonu ile Pera Palaca Hotel’de gerçekleşen “ARADA” sergisinden… İlk gittiğimde yaklaşık 10 dakika bakıp, tam çıkarken hikayesini dinleyip çok etkilendiğim ve sonrasında daha geniş bir zamanımda tekrar gittiğim sergiden ve orada hayata dair öğrendiklerimden bahsetmek istiyorum. Yani bugün psikoloji ile sanatın yollarının kesiştiği yere gideceğiz.
“Arada” bir fotoğraf sergisi. Van Gölü’nde yaşayan tek balık türü olan inci kefalinin göç hikayesini anlatıyor. İnci kefallerinin yumurtalarını bırakabilmek için tatlı suya gitmeleri gerekiyor. Bu göç yolculuğu onlar için zorunlu bir yolculuk ve aslında bir ölüm kalım savaşı, yaşamla ölüm arasında ince bir çizgi üzerinde yüzüyorlar, bir yandan onları göç yollarında bekleyen martılar üzerlerinde uçarken, vazgeçmeden yumurtalarını bırakmak ve hiç görmeyecekleri çocuklarını dünyaya getirmek için verdikleri savaş… Diğer yandan ikinci büyük tehlike, tabii ki insanlar. Bu kadar mı? Elbette değil! Bu öyle büyük bir savaş ki, tabiata karşı bile direnmeleri gerekiyor, zira Van Gölü’nün tuzlu ve sodalı suyundan, üreme yerindeki tatlı suya vücutlarını alıştırmak adına, ölmemek, hayatta kalabilmek için yaklaşık bir ay “arada” bekliyorlar. Sağ kalıp yumurtalarını bırakmak da yetmiyor, aynı şekilde geri dönmeleri, aynı riskleri göze almaları ve aynı savaşı tekrar vermeleri gerekiyor. Her yıl bu savaşı hepsi veriyor. Zayıf olan geride bırakılıyor. Güçlü olan öncülük ediyor.
Balık sürüsü arasından, tek tek balıkların yüzlerine baktığımda gördüğüm ifadeler; dehşet, korku ve kaygıydı. Her şeye rağmen vazgeçmeden göçü tamamlamak! Ve tüm bu keşmekeş içerisinde kara ile deniz, hava ile su arasında geçiyor hikaye.
O göç dehşetini yüreğinizde hissederken birden sizi durduran mikrobiyalit fotoğrafları çarpıyor gözünüze. Van Gölü’nün dibinde sanki terk edilmiş bir kent gibi gözüken, her bakanın başka bir hikaye anlatabileceği, hayal gücünüzü zorlayan, sessiz, tenha, huzurlu ama yalnızlık kokan, terk edilmişlik duygusunu yaşatan mikrobiyalit resimleri, inci kefalinin doğal yaşam ortamları, boyları 40 metreye kadar ulaşabilen dünyadaki en büyük organo-dimanter tortuları. Yukarıdaki keşmekeşin aksine alabildiğine sakin… Onlara bakarken siz de duruyorsunuz. Sanki hayatın durduğu yerdesiniz hissi kaplıyor her yanınızı.
Su altındaki hayat, su üstündeki hayattan çok farklı değil. Bizim lükslerimiz var; vazgeçme lüksü, yorulma lüksü, istememe lüksü. Tükenmişlik sendromumuz var bizim. Onlarınsa lüksleri yok, mikyobiyalitler içinde tek bir balık resmi görmedim “Ben bu yıl yumurtlamak istemiyorum” deyip orada kalmayı seçmiş…
Bizim tercihlerimiz var, onlarınsa içgüdüleri. Peki, bizim zekayla harmanlayıp hissedemediğimiz içgüdülerimiz? O bize hayatı mı vadediyor? Yoksa artık bir vaadi kalmamış ve bizden vazgeçmiş mi?
Peki ya inci kefalleri ölüm kalım savaşı verirken, göç yolunu bilip pusu kurmuş insanlar? Kendi hayatınızdan size hangi kesiti anımsatıyor?
Evet, bir resme dakikalarca bakmak o resmin içinde kaybolmak nedir, artık biliyorum. Serginin sahibi fotoğraf sanatçısı Saygun Dura’ya, “’Sanattan anlamıyorum’ doğru bir cümle mi? Sanat öğrenilebilir mi?” diye sorduğumda, bana “Hissedilir” dedi. Sanıyorum anladım ne demek istediğini.
Beş yıllık bir çalışma sonucunda ortaya çıkan bu muhteşem sergi ve bana öğrettikleri için Saygun Dura’ya çok teşekkür ediyorum. Hayatı anlamlandırmak hayatın içine sanat katmakla oluyormuş.
Ve son olarak bir bilgi vermek istiyorum: Bu muhteşem sergi 5 Kasım’a kadar Pera Palace Hotel’de bizlerle olmaya devam edecek. Kaçırmayın derim.
İlginizi çekebilir: Hafiflemek için sıkıca tutmak yerine bırakmayı deneyin