İlginçtir ki, sanat dendiğinde “tamamen kişiye özel” bir alana adım atıyoruzdur… Örneğin öncelikle sevgili sanatçılarımızdan başlayalım, ifade onlarındır… Örneğin bir müzik eseri yaratırken, yansıttığınız kendi duygunuzdur, varlığınızdır, hatta ruhunuzdur. Bir resim çizerken örneğin birçok farklı teknik vardır, ama siz o kendinizi en çok kendiniz gibi hissettiğinizi seçersiniz…
Kendimden örnek vermem gerekirse, bir müzik eserini “ilk” anlarında sevip sevmediğime karar veririm, gerçekten ilk anda o müziğin size bulaştığı o ilk noktada onu severseniz o vurucu bir eser, yani baştan itibaren çarpıcı, tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz ve her seferinde farklı bir şeyler bulacağınız bir eserdir… Öyle parçalar vardır ki aynı gün içerisinde kaç kez tekrar ve tekrar ve sıkılmadan gerçekten tekrar dinleyebilirim. Ve hatta bazıları içinse, günlerce aynı şekilde “sadece” o parçayı dinleyerek geçirdiğim olmuştur…
Genelde sanat eserleri hakkındaki bu tutucu tavrım, moda kavramına da yansımıştır. Örneğin bazı modacıların koleksiyonlarına “bakamazken” bazılarının eserlerine aynı elbise veya dizaynına saatlerce bakabilirim, hiç gözlerimi ayırmadan ve başka birşeyle uğraşmadan sadece onu ve oluşunu anlamak üzere… Bu genelde “tutuklu kalmak” olarak tanımlanan bir beğeni aşamasıdır.
İşte sanat böyle bir şeydir, ben buna inanıyorum, yani “sizi tutuklu bırakmalıdır”; öyle bakıp bir dakikada “geçemeyeceğiniz” derecede muhteşem olmalıdır. Sonra sizde onu keşfettiğiniz o an için “muhteşem bir şükür” duygusu uyandırmalıdır, yani dünya üzerinde o eseri dinlediğiniz için, o kişi bu eseri bestelemiş olduğu için veya bir resme bakıyorsanız o renkleri o kompozisyonu dünyaya yansıtmış olduğu için ve bu akış sizin yolunuza “çıktığı” için minnet duyacağınız kadar etkileyici olmalıdır… Yani şiirler vardır her gün açar tekrar tekrar okursunuz, hatta şöyle yorumlayabiliriz “okumaya doymadığınız” eserlerdir, döner dolaşır yine okursunuz. Sanki onlara bağlanan bir parçanız vardır; işte benim sanat hayranlığım ancak bu derece bağlandığımda gerçekleşir…
Bu hafta sonu, muhteşem bir müzik eşliğinde, hayatımda işte böyle bir kişi ile tanıştım; kendisi bu yazıma sebep olan ve dünya üzerindeki tezahürüne ve yarattığı eserlerinin muhteşemliği için minnetimi sizlerle paylaşmak istediğim sevgili Gao Xingjian.
Gao Xingjian, 2000 yılı Nobel edebiyat ödülüne layık görülmüş Çin Halk Cumhuriyeti asıllı yazar, tiyatro yönetmeni, çevirmen, eleştirmen ve ressamdır. 1998 yılında yayınlanan Ruh Dağı isimli eseri en önemli eserlerindendir. Bir ressam olarak mürekkebi bir sihir gibi kullanır; siyah ve beyaz tonlardan oluşur ve kendisine çizimlerindeki sadelik ve etkileyiciliğin muhteşem uyumu dolayısı ile “Ruhun Ressamı (Painter of the Soul)” denmektedir. Özellikle insanları gözlemlemeyi ve çizimlerinde bu gözlemlerini eserlerinin isimleri aracılığı ile de yansıtan Xingjian, halen muhteşem eserleri ile sevenlerini “adeta büyülemeye” devam ediyor.
Xingjian’ın eserlerinde beni en çok etkileyen noktada, kalbinde ne gördüyse kağıda olduğu gibi aktarmayı muhteşem bir şekilde başarabilmiş olmasıdır; sanki resmin içerisindeki o siyah beyaz karakterlerden bir tanesi olmayı, orada rengini bile göremediğiniz rüzgarı hissedebilmeyi, belki o siyah çöl kumu üzerinde yürümeyi veya biri diğerinin koluna dokunan incecik insan silüetlerinden hikayesi kimbilir nereden gelip nereye giden kişi olmayı hiç düşünmeden “ve bir daha o resme girdiğinizde çıkma şansınız olmayacak iyi düşünün dedikleri bir durumda bile huzurla” istersiniz…
Bugün bu yazımı okuyorsanız, Gao Xingjian’ın en güzel eserlerinden seçtiklerimi sizlerle paylaşacağım, belki biri sizin hikayenizi yansıtıyordur, belki bilmeden çoktan çizilmişsinizdir ve belki de halen bir resmin incecik bir detayında sizin için muhteşem bir hatıra saklıdır…