“Aşk” son günlerde git gide anlamını yitiren bir his, sadece kulağa hoş gelen bir kelime olarak geliyor etrafımdaki bir çok kişiye! Nedeni de kimine göre içinde bulunduğumuz tüketim çağı, kimine göre dejenerasyon, kimine göre de giderek gelişen teknoloji. “Teknoloji ne alaka yahu?” demeyin. 1950’lerdeki aşklarla şimdiki aşklar bir mi? Eskiden mektuplaşma diye bir şey vardı. Zırt pırt edilemeyen telefonlarla iyice ortaya çıkan hasret vardı. Şimdiyse “Hamdi nerdesin?”, “Yalan söyleme, görüntülü arıyorum” tadında bir dönemdeyiz. Sıkıysa açma görüntülü çağrıyı oğlum Hamdi!
Şimdi cinsiyetim kız diye, kız tarafından bakıyorum diye feminist zannetmeyin, ama bu konuya parmak basmadan edemeyeceğim. Adamlar (ortaokul deyişiyle) “çıkma”dan önce bile kontrat imzalar hale geldiler neredeyse. İki kişi birbirinden hoşlanıyor, gelsin mesajlar, gitsin aramalar, aman efendim yemekler, evet efendim gece çıkmaları… vs derken baktı ki kız buzları eritiyor, biraz daha samimi olmaya başlıyor ve beklenen cümle geliyor: “Yalnız ciddi bir şeyler düşünüyorsan ben yokum!” O ne yahu! “Oğlum bir dur” diyesim geliyor böyle tiplere. Belki ilişki iki gün sürecek, belki iki ay, belki iki yıl… Neden daha hiçbir şey başlamadan kendini kasıyorsun! Sanki nikahına al dedik! Kızların tarafından bakınca ciddi anlamda böyle bir sıkıntı söz konusu. Belki erkeklere de bu önlemi almaya “Türk kızlarımız” itiyordur. Çünkü hatırı sayılır derecede de bir evlenme meraklısı kız olduğunu da gözardı etmemek gerek. Nasıl, objektif olabiliyor muyum? Ama yine de gelin genelleme yapmayın, her kızı evlenme meraklısı sanmayın, beni sinirlendirmeyin!
Toplumsal bir soruna tatlı tatlı parmak bastıktan sonra, bu zırvalamaların kenarından bile geçmeyen bir aşk hikayesi anlatmak istiyorum sizlere. Günümüz gençliğinde, orta yaşlarında, geçkin aşklarda (o ne demekse?) uzun zamandır göremediğimiz cesaret; bir İtalyan’la bir Türk’ü aşkla buluşturuyor. Her zaman bana çok eksantrik gelmiştir iki yabancının aşkı, evliliği, anne-babası yabancı olan küçük, minik çocukların hayatları… İşte Stefano’yla Burcu’nun aşkları da bizi içinde bulunduğumuz cesaretsiz, içi geçmiş aşklardan alıp, başka bir boyuta taşıyor.
Burcu; İzmirli, İtalya’nın en iyi üniversitelerinden Bocconi’de master yapıyor. Tam da masterını bitirmesine bir ay kalmış, İtalya’da iş bakmış ama istediği gibi bir şey bulamamış ve Türkiye’ye dönmeyi planlıyor. Ama evdeki hesap çarşıya uymuyor! Arkadaşlarıyla dışarı çıkıyor ve buluştuğu arkadaşlarının yanında gelen kahramanımız Stefano’yla tanışıyor. Stefano; Venedik’e 70km uzaklıkta olan Rovigo’da yaşıyor ailesiyle. Arkadaşlarıyla kısa bir tatil yapmak için Milano’ya geliyor ve hiç hesapta yokken Burcu’yla tanışıyor. Bizim Burcu, Stefano’yu beğenince, iki yıl daha İtalya’da olacağını söyleyiveriyor bir anda. Bunun üzerine yüreğine su serpilen Stefano harekete geçiyor.
Aslında zaten “Gençler birbirini beğenmiş” ama tabi Stefano’nun tatlı jestleri, Burcu’nun “Aman Allah, ben Türkiye’ye dönmüyorum” kararıyla karşılıklı fedakarlıklar ve konumuzun mihenk taşı; “cesaret”le birlikte Stefano ve Burcu beraber Roma’ya yerleşmeye karar veriyorlar. Burcu’nun ailesi kızlarının kararının arkasında duruyor, İtalya’da kalmasına, kızlarına hasret duymaya “Tamam” diyorlar. Ama çocuğu tanımak istiyorlar. Bunun üzerine İzmir’de bir nişan yapmaya karar veriyorlar. Stefano; benimle İngilizce konuşurken ne de tatlı “bizde nişan diye bir şey yok” diyor, sadece “nişan”ı Türkçe söyleyerek.
Bizim kızın ailesi, geniş ailesi, sülalesi, arkadaşları derken 50 kişi Burcu’nun tarafından, 4 kişi de Stefano’nun tarafından olmak üzere “küçük” bir nişan yapılıyor. İtalya’nın bağrından kopup gelen anne baba için tam bir kültür şoku bu nişan! Stefanocuğum, bir anne, bir baba, bir de en yakın arkadaşıyla erkek tarafını temsil ediyor. Burcucuğum da simültane tercümeyle koca bir hafta geçirmekten dilinde tüy bitiyor! Nişanın en bomba sahnesi de Burcu’nun babasının, Stefano’nun babasına doğru göbek atması oluyor! Karşılıklı şıkıdımlaşarak muhteşem bir nişanı geride bırakıyorlar. Düğün tarihi koymuyorlar, kendilerini sıkıştırmıyorlar. Sadece vakitlerini birlikte geçirmek, aşklarını doya doya yaşamak istiyorlar. Ailelerin de tanışmasıyla çok şeker bir geniş aile oluyorlar.
Stefano da, Burcu da aşkları için fedakarlık yapıyorlar. Birlikte olabilmek için ailelerinden uzak, bilmedikleri bir şehirde çalışmaya çalışarak sürdürüyorlar hayatlarını. En büyük destekleri de birbirlerine duydukları aşkları oluyor. Roma’nın büyülü ortamında tanıştığım bu iki tatlı insanın hikayesini anlatmadan edemezdim. Roma’yı anlatıp da onları pas geçemezdim. Çünkü Roma seyahatimizin en romantik tarafını onların hikayesi oluşturuyordu. Ama onların aşkları sadece bu romantik şehrin büyüsüyle parlamıyor. Birbirlerine sevgiyle, aşkla baktıkça gözleri parlıyor, bizleri de kendilerine hayran bırakıyorlar.
Aslında her şey bu kadar basit. Sadece sevmek, düşünmeden, plan yapmadan, kontrat imzalamadan, söz vermeden, hiçbir şey için zorunlu hissetmeden sevmek. Tüm insanların içinde bulunan en saf duygularına; aşk ve sevgiye bu kadar eziyet etmeye, o hissi kısıtlamaya, kalıplara sokmaya gerçekten gerek yok. Burcu ve Stefano’nun cesaretinden bir kuple kendinize de pay çıkarın derim. Kırın zincirlerinizi, yıkın tabularınızı, çıkın kalıplarınızdan. Biraz özgür, özgüvenli olun. Bu yaşlar geri gelmeyecek diye bağlanmamayı bir şey zannederken, bütün saf duyguların nasıl gün geçtikçe kaybolduğunu görmezden gelmeyin, çünkü onları yaşamanız gereken yaşlar da aynı yaşlar ve geri gelmeyecekler! Günümüzde pek kalmayan, parmakla gösterilen ilişkilerden biri benim için Burcu ve Stefano’nun aşkı. Aileleri için de ne kadar zor bir durum olduğunu unutmayın. Aynı dili konuşamayan iki aile. Ama çocuklarının mutluluğunu görmek onlara yetiyor. Kısacası biraz fedakarlık, biraz cesaret, bir tutam aşk, kocaman yürek, bir salkım sevgi… Galiba her şeyin formülü bu kadar basit.