Roma, her ne kadar hap gibi bir şehir olsa da, o kadar ufacık tefecik içi dolu turşucuk ki, atraksiyonu çok bol. Bu sebeple ben Roma’yı bölünerek çoğaltmaya karar verdim ve sizlere 3 haftalık bir “giriş, gelişme, sonuç” yazısı hazırladım. Serim, düğüm, çözüm de diyebiliriz. Geçen hafta serdim, bu hafta düğeceğim, haftaya da çözersek ne ala! Daha fazla kafanızı bulandırmadan Roma’ya “Ah gece gelme gündüz gel” diyerek gündüz gözü nasıl aktivitelerde bulunabiliriz bakalım.
Bence bir şehir en güzel yürüyerek gezilir. Hava sıcak da olsa, soğuk da olsa yürümeli, arada derede kalan yerleri keşfetmeli. Ama yürümenin de bir adabı var diyerekten, sizlere biraz sosyolojik, bir o kadar antropolojik bir gözlemimi aktarmak isterim. Artık Roma’nın havasından, suyundan mıdır yoksa genel olarak bir İtalyan özelliği midir bilemem ama, ben hayatımda bu kadar oryantasyonu bozuk bir millet görmedim kardeşim! Döne dolaşa, gideceğimiz yeri bulamadığımızda hemen bir bilene soralım dedik, her sorduğumuzda hüsrana uğradık. Cadde adı verdik, sokak adı verdik nafile! Adamlar kendi şehirlerini bilmiyorlar yahu. Şimdi biri bize Nişantaşı’nda bir yeri sorsa, efendime söyleyeyim Bağdat Caddesi’nde bir yeri sorsa bir fikrimiz olmaz mı? Ama yok, Türk’ün kıvrak, pratik zekası bir Avrupalı’da yok efendim. “Via Milano nerede?” dedik, 9 tane adam aynı anda 30 kere Via Milano, Via Milano… diye diye bize yanlış yolu tarif ettiler. Yani siz, siz olun, İtalya’da yol sormayın. Alın haritanızı, debelenin.
Biz ilk gündüz atraksiyonumuza Kolezyum’la başladık. Flavianus Amfitiyatro olarak da bilinen bir arena Kolezyum. İmparatorlar; hem kendilerini hem de Roma Halkı’nı eğlendirmek adına burada gladyatör dövüşleri düzenliyorlarmış. Başka türlü halk gösterileri, infazlar, hayvan avcılığı, savaş canlandırmaları ve mitolojik dramalar da düzenlenen çok amaçlı bir oluşum yani Kolezyum. 2007 yılında Dünya’nın Yeni Yedi Harikası’ndan biri olarak seçilen ve aynı zamanda Roma’nın sembolü olan Kolezyum, Roma’ya gidip de görmeden dönerseniz, tokat yemeniz gereken başlıca yerlerden biri! Kolezyum’a doğru yürürken ya da ordan geri dönerken de yol üzerinde Eski Roma (Foro Romano) diye geçen kalıntıları da atlamayasınız. Zira burada da dikdörtgensi yapısının içinde enteresan kalıntılarıyla çok güzel pozlar yakalamanıza yarayacak oluşumlar var. Hem de eski zamanlarda önemli konuşmaların, yine gladyatör dövüşlerinin yapıldığı bir miting alanıymış.
Ben Sizin Papanızım, Ben Ne Dersem O Olur!
İkinci durağımız, sizin güzel hatırınız için Vatikan olsun. Çünkü Vatikan biraz karmaşık bir hikayeye sahip. Öncelikle Vatikan’a gitmek için otobüse binmenin en iyi yol olduğunu söyledi resepsiyonumuzdaki yahşi delikanlı. Fakat yarım saat içinde gelen bütün otobüsler (Vatan Şaşmaz’ın metrobüsü kadar olmasın), ağzına kadar doluydu. Kapı açılınca insanlar patır patır yere düşüyordu nerdeyse! O nedenle “Amaan bir daha mı geleceğiz dünyaya!” diyerek, otobüs biletlerimizi yakıp, taksiye bindik. Siz de öyle yapın, çünkü taksiler öyle inanılmaz pahalı değil.
“Jump Vaticano” ve Sistine Şapeli’nden gizli kamera
Vatikan; Dünya’nın yüzölçümü olarak en küçük ülkesi olup, Hristiyan dininin, Katolik mezhebinin yönetim merkezi olan bir devlet. Son günlerde Papa 16. Benedict’in de istifasıyla çok gündemde olan bir yer Vatikan. Yani öyle Papa diye gözünüzde büyütmeyin, o da bir insan en nihayetinde. Bunalmış, sıkılmış, “Siz beni kovmadınız, ben istifa ettim” diyerekten basmış istifayı. Bir Papa kadar, bir de bu tatile beraber gittiğim kadim dostlarımdan Didem, nam-ı değer Küçük Prens kadar cesaretiniz varsa basın istifayı, bu iki kader ortağıyla aynı günde (28 Şubat) özgür olun! Ama tabi gaza gelip de kendinizi Papa’yla bir tutmayın. Sonuç olarak Papa’nın sözleri yasa hükmünde. Hem devlet başkanı, hem de Katolik Mezhebi’nin ruhani lideri. Yani ister döver, ister sever, ister istifa eder! Bir Papa kolay yetişmiyor, bir Papa kolay olunmuyor! Seçme yetkisi olan bütün kardinaller Vatikan’ın içindeki Sistine Şapeli’ne kapanıyorlar. İçerde gelsin çaylar, gitsin kahveler, “Vay efendim ben Papa olacağım”, “hayır efendim, sen olamazsın” tadında tüm gün süren seçimlerin ardından bir karara bağlanamadığında, oy pusulaları özel bir maddeyle yakılarak, bacadan siyah duman tüttürüyorlar. Bu da “henüz bir Papa seçemedik” demek oluyor. Papa seçildiğinde ise bacadan beyaz duman tüttürerek “Ben sizin Papa’nızım, ben ne dersem o olur” u uygun bir dille halka duyuruyorlar.
“Ben sizin Papa’nızım, ben ne dersem o olur”
Bu kadar anlattıktan sonra Sistine Şapeli’ni görmeden dönerseniz gözüme görünmeyin! Sadece bu hikayenin nerede geçtiğini görmek için değil, içindeki sanat eserlerini görmüş olmak bile bir onur bence. Bu kadar değerli ressamın eserlerini bir arada görmek her insan evladına nasip olmaz çünkü. Boticelli, Perugino, Ghirlandaio, ve Signorelli gibi 15. Yüzyılın kral ressamlarının eserlerinin yanı sıra, tüm tavanda Michelangelo’nun Adem’in Yaratılışı ve Kıyamet Günü freskleri bulunuyor. Bu şapelde büyülenmemek elde değil. Yani Michelangelocuğumun yaratıcılığına, hayal gücüne, yeteneğine, azmine, hırsına, beline, bıkınına, paletine, fırçasına sağlık daha ne diyeyim. O tavana, o şaheserler nasıl yapılır yahu!
Vatikan’dan ayrılmadan bir de Aziz Petrus Bazilikası (San Pietro Bazilikası olarak da biliniyor)’nı da görmeden etmeyin. Hem Roma’daki 4 büyük bazilikadan biri, hem de Hristiyanlığın en büyük kilisesi. Heybetli kubbesiyle Roma siluetinin en önemli parçalarından biri ve Vatikan’ın da en afilli binası yani, yanlış olmasın…
Meydanlar Çeşmeye, Çeşmeler Meydana Dönmeli Yurdumda Heyy!
Şimdi de yine turistik atraksiyonun kalbi, ama bir o kadar da gençlerin buluşma noktalarından biri olan. Roma’nın olmazsa olmazlarından biri Piazza di Spagna ( İspanyol Merdivenleri)‘ya geçebiliriz. Bu 138 basamağı Fransız diplomat Etienne Gueffier baba, yemeden, içmeden yapmış, helal olsun. Hem Roma’nın sembollerinden biri olmuş hem de ipini koparanın geldiği, şarap içip, naralar attığı en güzel bölgelerden biri haline gelivermiş yıllar içinde. Buraya kadar gelmişken, merdivenlere sırtınızı verdiğinizde göreceğiniz Via Condotti’de alışveriş yapmayı, yapmasanız bile etrafa bakmayı ihmal etmeyin derim. Zira Roma’nın alışveriş için, özellikle markalarda tavan yaptığı bir cadde burası. Alın bir şişe şarabınızı, oturun merdivenlere, şarkılar, türküler söyleye söyleye turistlerle eğlenin.
Daha sonra bir kuple yürüyerek ünlü Aşk Çeşmesi; Fontana di Trevi’ye ulaşabilirsiniz. Klasik ve Barok tarzıyla, dünyanın en ünlü çeşmelerinden biri olan Fontana di Trevi de Roma’nın en önemli sembollerinden biri. Gündüzleri bir hayli kalabalık olduğundan dolayı, akşam saatlerinde de ziyaret edebilirsiniz. Hem daha romantik olacaktır. Yanınıza da bol bol bozuk para almayı unutmayın, dileğinizi tutup tutup, çeşmeye yağdırırsınız artık… Bir de buralarda yürürken aralardaki harika mağazaları es geçmeyin gözünüzü seveyim. O kadar güzel hediyelik eşyalar, inanılmaz orijinal, bir o kadar marjinal parçalar var ki, bakmaya, almaya doyamayacaksınız. Duvar kağıtlarından, resimlere, küçük süs eşyalarından, defterlere, mutfak malzemelerine… Gerçekten kendinizi kaybedebilirsiniz. Kaybederseniz de sakın bir Romalı’ya sormayın. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, unutmayın!
Bütün bu meydanlardan diğer meydanlara, adeta daldan dala atlar gibi atlayacaksınız. Zira Roma’da meydanlar meydanları açıyor. Gerçekten yürümekten ayaklarınıza kara sular inerken, ay dur şu meydana da uğrayayım, ay burası da meydanmış diye diye bir meydanın ortasına yığılabilirsiniz. Piazza Navona da bu meydanların en güzellerinden biri. Bu meydanda da bir çeşme var ki Aşk Çeşmesi kadar olmasa da benim için çok kral bir çeşmedir: Fontana dei Quattro Fiumi ( Dört Nehirler Çeşmesi) 1651’de inşa edilen bu çeşme, Dünya’daki en önemli 4 nehri; Nil, Ganj, Tuna ve Rio de la Plata’ yı temsil ediyor.
“Tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönemli yurdumda” tadında, “Meydanlar, meydana çıkmalı yurdumda, hey!” diyerek bir başka meydan Piazza della Rotonda’ ya geçerek Pantheon’u da görmeden etmeyin. Pantheon; Eski Roma’nın tüm Tanrıları adına yapılan bir tapınak olup, aynı zamanda Roma’nın en iyi korunmuş binalarından birisidir. Dünya’nın en önemli mimari eserlerinden birisi de aynı zamanda burası. Kafesleme tekniğiyle yapılan kubbesi ve bu kubbedeki boşluktan bütün Pantheon’un aydınlatılması bir de bu boşluktan ne kadar yağmur yağarsa yağsın, su girmemesi de çok efsane bir özellik olup, insanı hayrete düşürüyor gerçekten de!
Roma İmparatoru Hadrian’ın ailesine anıt mezar olarak yaptırdığı, ardından Papa’nın kalesi ve daha sonrasında hapishane haline getirilen Castel Sant Angelo (San Anjelo Kalesi) da gündüz feneri rotasına konulması gereken yerlerden birisi.
Hem turistik, hem artistik bütün bu yapıların hepsi, teker teker tarihte çok önemli bir yere sahip. Kendinizi bütün bu yapıların içinde, tarihin tozlu sayfalarında kaybetmiş gibi hissediyorsunuz. Mimari açıdan da görülmesi gereken, hem eğlenceli, hem kültür patlamalı, hem romantizmli, hem, hem, hem… bir şehir Roma. Gidin, görün, herkese anlatın diyorum. Turistik atraksiyonlara bir de yeme, içme, gezme, dans etme matraksiyonlarını da ekleyeceğim, gelecek haftanın yazısı “Akşam Sefası” başlığımla anlatacağımı hepinize duyuruyorum. Esen kalın…
Yazarın diğer yazıları için tıklayın.