Post-truth (gerçek ötesi): Yalanlara alıştığımız yerde gerçekler anlamını yitirdi mi?
“Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuştur; doğru yalnızdır.” –Yaşar Kemal
Kime göre… Neye göre…
Gençlerle zaman geçirenler muhakkak duymuştur bu ikiliyi. Sıkışan genç, sorulan soruya vereceği cevap işine gelmiyorsa hemen yapıştırıverir: “Kime göre… Neye göre…”
Bu ifade kaçamak ya da çok masum görünse de biraz daha derin bir yöne evirilme potansiyeli taşıyor: Görecelik…
Gerçeğin önemini yitirmesi.
Post-truth…
2016 yılında Oxford Sözlüğü’ne yılın kelimesi olarak girmiş. Gerçek ötesi anlamına geliyor. Gerçeklerin önemini yitirdiği, duyguların, inançların, değerlerin ön plana çıkmasını anlatıyor. Yanlış duymadınız: Gerçekler önemini yitirdi. Nasıl mı?
Son yıllarda maruz kaldığımız yalan miktarının sonucunda “alıştık” galiba…
Sanıyorum geçmiş nesillerle karşılaştırıldığında maruz kaldığımız yalan-dolan, etik olmayan davranışlar, kandırmacalar ile bu durumlar sıradanlaştı ve hatta bizler de duyarsızlaştık diyebiliriz.
TikTokta, Reels’lerde izlediğimiz Sarı Mikrofon tarzı programlarda insan aklının almadığı tepkiler ve yanıtları da çok güzel açıklıyor post truth kavramını. Sosyal medyanın kamuoyunu etkisi altına almadaki gücü, manipüle olduğunun farkında bile olmayan kitleler doğuruyor.
Yanlış anlaşılmasın, post truth yalan anlamına gelmiyor; yalan içeren haberlere kitlelerin verdiği tepkiyi anlatıyor. İşin kandırmaca kısmı arka planda kalıyor, çünkü hedef ortak değer ve/veya duygu. Gerçekler önemini yitiriyor. Ortak değere yoğunlaşarak “haklı” olmaya çalışıyor insan. Hak ve adalet, en popüler değerleri post truth aleminin ve işte paradoks; dürüst olmayan adalet ne kadar adil olabilir ki?
İnsanoğlunun erdemli olma çabası sınıfta kalıyor…
Jean Piaget yalan söylemeye yatkınlığın evrensel ve doğal olduğunu söylüyor. Bu doğamızın bir parçası. Hatta yalanın daha geniş bir hayal gücü ve kelime hazinesi gerektirdiği konusunda da hemfikir bilim insanları.
O zaman soruyorum:
Maruz kaldıklarımızın sorumluluğunu kontrolsüzce bize yağdıranlara mı vermeliyiz yoksa sorumluluğu elimize alarak bu çılgınlığa dur diyebilir miyiz?
Bu kadar alternatif doğrunun içinde kendimizle, değerlerimizle ve gerçekle bağlantıda kalarak yaşamak mümkün mü?
Zor…
Kabul ediyorum. Ben de çok zorlanıyorum. Ama mümkün.
Hayatta her şeyin mümkün olduğu gibi bu da mümkün. İnancım ve seçimlerim beni destekleyebilir, bilinçli olursam eğer.
Şimdi ve burada olan her ne ise onu kendi algımla çarpıtmadan görebilirim. Bende hissettirdiklerini fark edebilirim ve sürüklenmemeyi seçebilirim.
Mindfulness yani bilinçli farkındalık belki de bu post truth döneminin alternatif gerçeklerine tek merhem. Olanla kavga etmek yerine olanı olduğu haliyle çıplaklığıyla görmek… Kendi yargılarımla süslemeden… Neyse o…
Önce kendi içimde sağlam bir yere gelmeliyim.
Başkalarına doğruyu, gerçeği şiddetsiz bir dille anlatma sonraki aşama. Şart da değil aslında.
Herkese gerçeği anlatmak, doğruyu göstermek egomdan başka neye hizmet ediyor olabilir ki? Kolektif iyileşme için önce bireysel iyi olma hali gerekiyor.
Bir de şu saygı meselesi var…
“Size katılmıyorum ama fikirlerinize saygı duyuyorum” geyiği…
Geyik diyorum çünkü samimiyetsiz buluyorum.
Her fikre saygı duymak zorunda mıyım? Irkçı birine mesela saygı duymalı mıyım?
Kişiye evet ama fikirlerine hayır! İnsanlar saygıyı hak eder; fikirler değil. Lütfen nezaketle karışmasın. Mindful tutumlardan bir tanesidir nezaket ve bazı fikirlere saygı duymuyor olmam kabalık olarak duyulmamalı. Başta kendime nezaket. Kendi fikirlerime nezaket.
Önce kendini görmeli duymalı, kucaklamalı insan. Taraf olmadan. Değerlerinin filtresinden geçirerek. Sağlam durmanı engelleyenleri engelleyerek. Bilinçli olmak ve kendinle iç bağlantının güçlendirmek.
Yaşar Kemal’in dediği gibi doğru yalnızdır; senindir. Teşkilat işi değildir. Sıkıcı gelebilir. Yine de senin olduğu için onu seçmek iyi gelir.
Zaten ne biliyoruz ki şu fani dünyada?
Bari manipüle olmayalım.
İlginizi çekebilir: Dünyaya ihtiyacı olan bir değeri hatırlatma: Sempati değil, empati!