Şu sıralar sık sık aklıma geliyor geçen yıl Peru’da tek başıma katıldığım bir haftalık ayahuasca inzivası. Şaman, bir gün şöyle demişti sohbet sırasında: “Ben burada uzun zamandır izole bir hayat yaşıyorum. Alıştım, seviyorum. Ama galiba arada sosyalleşmek de gerekiyor. İşte sırf bu yüzden, öğle yemeklerimi merkezde, esnaf lokantasında yiyorum. Bir iki insan görmek, sohbet etmek iyi geliyor.” O an soruyorum kendime. “Peki sen ister misin böyle izole bir hayat?” Cevap bekliyorum, gelmiyor. Yani cevap hem evet, hem hayır.
Karantinanın daha ilk gününden dışarıyı unutmuş, teknolojinin türlü olanaklarına rağmen, çevresiyle iletişimi minimumda tutan biri olarak, Peru’daki şamanı düşünüyorum. Onun izole hayatını. Sonra orada geçirdiğim günler geliyor aklıma. Kendimde keşfedebileceğim şeyleri kaçırmamak adına kitap okumayışlarım, sessizleşmelerim. Bütün günü tam ortada duran kocaman ağaca bakarak geçirişlerim. Ve aynı soruyu tekrar soruyorum kendime. “Sen ister miydin böyle bir hayat? Şu an şehirde değil de dağlarda olsaydın mesela?” Eğer Peru’ya geçen sene değil de bu sene gitmiş olsaydım belki de dönemeyecektim. Üstelik bu işime gelebilirdi, çünkü dönmek istemiyordum. Keşke bu sene mi gitmiş olsaydım yani? Bilmiyorum. Yine hem evet, hem hayır. Aklımdan bunlar geçerken dedim ki kendime, “Haydi geçen sene katıldığın ayahuasca inzivasını yaz,” İşte, yazıyorum.
“Korkmuyor musun?”
“İçti mi o çayı o?”
“Kustun mu?”
“O kapıdan geçtin mi?”
“Haydi anlat! Çok merak ediyorum.”
Bunlar ayahuasca seremonileri için. Kimi Peru’ya gideceğimi duyar duymaz “Ayahuasca için mi?” diye sordu, kimi “Yapacak mısın?” diye. Herkeste bir merak vardı. Hepsi de bilmemenin yarattığı bir meraktı sanki ve kişisel tahminlerle şekilleniyordu. Evet, korktum. Evet, o çayı içtim. Evet, kustum. Hayır, o kapıdan geçmedim. Zaten kapı yoktu.
Havai fişek gösterileri vardı, renkler vardı, DMT vardı. Hani şu sadece ölüm ve doğum anında salgılanan molekül. O meşhur sözün temsilcisi: “Hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.” Tüm hayatım olmasa da bazı anlar geçti. İçlerinde hiç hatırlamadıklarım vardı. “Ben gerçekten böyle bir şey yaşadım mı?” diye sorduklarım. Zaten ayahuascanın etkilerinden biri de travma gibi nedenlerle hafızadan silinen anları ortaya çıkarması. Bu kadarı yeter. Seremonilerde yaşadıklarım ve hissettiklerim hakkında daha fazla yazmayacağım. Onlar bana kalsın. Bu yazı katıldığım bir haftalık retreatten yola çıkarak, ayahuascanın dış hatlarında dolansın.
Başlıyorum. Bu ilacın bir diyeti var. Amacı bedeni temizleyerek seremoninin daha rahat geçmesini sağlamak. Diyet listelerine bakıldığında her şeyin bırakılması ve yaklaşık on beş gün önceden diyete başlanması gerekse de, katıldığım seremonileri yöneten şamana göre sinir sistemi bu diyetten etkilenmemeli. Yani çok sert bir diyet yapmaya gerek yok. Sadece şu üçünün bırakılması yeterli: Kırmızı et, alkol ve seks. Üstelik öyle on, on beş gün öncesi de şart değil ama ne kadar erken, o kadar iyi. Retreat sırasında diyetin tamamı uygulanıyor. Bir hafta boyunca içim dışım haşlanmış yumurta ve patates oldu. Bir de bitki çayı.
Gelelim seremoni gününe. Akşam yapılıyor. Kahvaltı dışında bir şey yenmiyor. Çok acıkılırsa küçük bir şey yenilebilir ama bu ilacın bedende rahat dolaşımını engelleyebilir. Ben yemedim. O yüzden farkı bilmiyorum. Ayahuasca bir sarmaşık türü. Üç çeşidi var. Benimkinin rengi şarap kırmızısı, tadı çok kötü. Şimdi bile aklıma geldikçe midem bulanıyor. Öyle hemen bardağa koyulup içilmiyor. Ritüeli var. Şaman yapıyor bu ritüeli. Mumu yakıyor, şişeye amazon tütünü üflüyor, döndürüyor, bardağa bakıyor. Uygun gördüğü dozda bardağı dolduruyor. Bense tedirgin ve meraklı gözlerle onu izliyorum.
“Acaba yapmasam mı? Gerçekten hazır mıyım? Korkuyorum. Hala vazgeçme şansım var.”
“Şu an burada olduğuma göre, hazırım. Ayahuasca’ya gidilmez. O, hazır olduğunda sana gelir.” Bunlar kendimle konuşmalarım.
Bardağı alıyorum elime. İlk olarak kokluyorum. Çok kötü. Duman kokusuyla karışık tarifsiz bir şey. Bir yudum içiyorum. Duruyorum. Sonra biraz daha. Tekrar duruyorum. Sonra kalanı içiyorum ve bitiyor. O mide bulandırıcı çirkin tat geçsin diye üstüne birkaç yudum su içiyor, yer yatağıma geçip oturuyorum. Battaniyeye sarılıyorum. Çünkü soğuk. Üşüyorum. Beklemeye başlıyorum. Hemen gelmiyormuş meğer etkisi. Yarım saat sonra geliyor. Yani, öyleymiş. Bunu bir gün sonra öğreniyorum.
Zamanın pek farkında değilim. Önce yoğun, sonra yavaş yavaş azalan vizyonlar. Beden kontrolüm hiç kaybolmuyor. Sadece hafif bir sarhoşluk hissi var. Öyle kendinden geçme hali değil. Bir film izler gibi izliyorum sadece. Hoşuma gidiyor gelen vizyonlar. Esler gittikçe artıyor. Galiba etkisi yavaş yavaş geçiyor diye düşünüyorum. Uykum geliyor, gözlerim kapanıyor. Yorgun hissediyorum. Oturduğum yer yatağına uzanıyorum. Deli gibi uykum var ama uyuyamıyorum. Hala görüntüler geliyor ara ara. Zihnim durmamacasına çalışıyor. Gelen her görüntüyü merakla izliyor, kendine göre daha önemli olanları kaydediyor. Bazen şaşırıyor, bazen burada ne demek istiyor acaba diye soruyor. Odama gidiyorum. Yatar yatmaz uyuyabileceğimi sanarak. Öyle olmuyor. Yaklaşık iki, üç saat düşünüyorum. Zihnimi durdurmam imkansız. Ayahuascanın açtığı yolda bir şeyleri çözmeye çalışıyor sanki. Kararlar alıyor, yorumlar yapıyor. Midem bulanıyor biraz. Yeteri kadar kusmadım sanırım. Gözlerimi kapıyorum. Uyumuşum.
İkinci gün. Seremoni yok. Diyet var. Bir haftalık retreatte gün aşırı yapılan üç seremoni var. Tek başımayım. Bir de şaman var ama o günde üç öğün uyuyor. Gün içinde pek sohbet edemiyoruz yani. Hal böyle olunca bana da gün boyunca içime bakmak, korkularımla yüzleşmek, kabullenmek istemediklerimi görmek kalıyor. Kaçmak istiyorum. Gözlerim hep dolu dolu. Nedenini bilemediğim bir korku, bir hüzün var içimde. Birileriyle konuşmak, birilerine bir şeyler anlatmak istiyorum. Başka şeylerden bahsetmek istiyorum. Başka birinin hikayesini dinlemek mesela. Sırf bu andan uzaklaşmak için. Kendimle yüzleşmekten yoruldum çünkü.
Aynı zamanda hoşuma gidiyor. Kendimden daha neler çıkacağını merak ediyorum. Beni kendimden uzaklaştıracak hiçbir şey yapmak istemiyorum. Ara sıra sohbet etmek ve yazı yazmak dışında. Karşımdaki ağaca bakıyorum. Saatlerce bakabilirim. Her seferinde başka bir detayını keşfediyorum. Hem Kutsal Vadi’ye geldiğimden beri doğayla olan ilişkim farklı bir boyuta geçti.
Acıktım. Mutfaktan haşlanmış yumurta, patates ve brokoli alıyor, yiyorum. Yavaş yavaş, acele etmeden. Hemen bitmesinler. Tatlı patatesi sona bırakıyorum. En çok onu sevdiğimden. Bol bitki çayı, biraz yumurta, patates, bol bol kendinle karşılaşmalar, biraz sohbet ve gün bitiyor. Bu sefer yatar yatmaz uyuyorum.
Yağmur yağıyor. Sesine uyanıyorum. Hava yeni yeni aydınlanıyor daha. Kahvaltı yapıyorum. O kadar. Akşama seremoni var. Bahçede kediler oynuyor. Bir tanesi hariç. O hep tek takılıyor. Genelde mutfağın önündeki koltukta. Yan evlerde arkadaşları varmış. Arada onların yanına gidiyor. Tavşanlar geliyor mutfak kapısına. Ekmek seviyorlar. İki taneler. Biri dişi, diğeri erkek. Sadece bir kere çiftleşmişler. Artık aile planlaması yapıyorlar. Kaplumbağa var. Yaşlı. Gözleri görmüyor. Su oluğunu çok seviyor. Başka hayvanlar da var. Kazlar, balıklar, tavşanlar… Bir süre sonra hepsi kendi dünyalarına dalıyorlar. Bense yine bahçenin tam ortasında duran ağaca. Yapraklarının hareketine takılıyor, yepyeni detaylarını görüyorum.
Bir ses geliyor yanımdan. Şamanın sesi. “Her gün yeni bir gün.” Ona doğru bakıyorum. Devam ediyor. “Aynı gibi görünse bile.” İlk defa bu kadar anlamlı geliyor bu cümle bana. Sanki burada yaşadıklarımın özeti. Biraz sohbet ediyoruz. Hikayesini anlatıyor. Nasıl da şükrediyor olduğu yere ve haline. İki yaşında çocuk felci geçirmiş. Bacakları tutmuyor, koltuk değneğiyle yürüyor. Parası yok. Tek geçim kaynağı ayahuasca için gelenler. “İhtiyacı olanlara yardım edeyim, onları şifalandırayım, yeter,” diyor. İmkansıza inanmıyor. Zaten Kutsal Vadi’de kimse imkansıza inanmıyor. Belki de bu yüzden gelen dönmek istemiyor, kimisi dönmüyor. Dönen tekrar gidiyor. Peru’ya nasıl geldiğini anlatıyor ve ayahuasca ile nasıl tanıştığını.
“Ben kokain bağımlısıydım. Onun peşinden Bolivya’ya kadar gittim. Bileklik yapıyor, satıyor, kazandığımla kokain alıyordum. Sonra dilencilik yapmaya başladım. Kimse karışmıyordu bana. Kimseye zararım yoktu. Kendi halimde takılıyordum işte. Bir gün bir kadın geldi yanıma. Çalıştığı yere çağırdı. Gittim. Bir oda verdi kalmam için. ‘İçme,’ dedi. ‘Tamam,’ dedim. Dayanamıyordum, odamda içiyordum. Bir şey demiyordu ama biliyordu tabii. Her Perşembe kendi aralarında ayin yapıyorlarmış. Beni oraya çağırdı. Her hafta gittim. Artık Perşembe günleri kullanmıyordum. Diğer günler yine aynı şekilde devam ediyordu. Bu öyle bir şey. Bırakacağım deyince bırakılmıyor. Artık öyle bir duruma gelmiştim ki ne olacaksa olsun, diyordum. Öleceksem öleyim, ya da böyle devam edeyim hayatıma. Yavaş yavaş çürüyordum. Ama içimde bir yerlerde hep bir umut vardı. Bir şeylerin düzeleceğini hissediyordum. Bence bugünlere gelmemi sağlayan da işte bu histi.” Susuyor. Göz pınarları ıslak. Sigarasından bir fırt çekiyor, çayından bir yudum alıyor. Devam ediyor.
“Bir gün yolda polisler çevirdi. Kimlik sordular. Yok. Ne pasaport ne kimlik. Her şeyimi kaybettim. Hiçbir şeyim yok. Merkeze götürdüler. Ne yapacaklarını bilemiyorlar benimle. Kim olduğumu bilmiyorlar, ne yapabilirler ki. Günlerce tutuyorlar. Sonra biri daha geliyor kaldığım odaya. Soruyor. Anlatıyorum. ‘Bir fikrim var,’ diyor. Beni yarın Peru’ya götürecekler. Madem seninle ne yapacaklarını bilemiyorlar, söyle onlara, seni de benimle göndersinler,’ Çok mantıklı geliyor. Hemen gidip söylüyorum. Kabul ediyorlar. Böylece Peru yolculuğu başlıyor.”
Ayahuasca mı? Tesadüfen bir şamanla tanışıyor. Amazonlara gidiyor, altı ay orada yaşıyor. İlacı düzenli olarak kullanıyor. Kokainden kurtuluyor. Umudunu neredeyse tamamen kaybettiği anda oluyor bunlar. Sonra şamanına soruyor.
“Ben de insanları ayahuasca ile iyileştirmek istiyorum. Yapabilir miyim?”
“Sen kendine bir yer bul. Eğer insanlar kendiliğinden seni bulur, sana gelirlerse, yapabiliyorsun demektir” diye cevap veriyor şamanı.
“Gerçekten dediği gibi oldu. Ben hiç kendimi duyurmadım. Burada yaşamıma devam ediyorum. Hep gelenler oluyor” diyor ve ekliyor. “Demek ki yapabiliyorum ben bu işi.” Yine bir es. Bir fırt sigara. “İnsanların buradan değişmiş olarak çıktığını görmek beni çok mutlu ediyor.” Yandan koltuk değneklerini alıyor. Elleriyle destek alarak ayağa kalkıyor. Odasına gidiyor. Otobiyografisini yazmaya. Her gün bir sayfa yazıyormuş. Arkasından bakıyorum. Ne kadar gereksiz şeylere takılıyoruz şu hayatta. Geçen gün söyledikleri geliyor aklıma. “Uyuyabileceğimiz bir yer ve biraz huzur. Aslında daha fazlasına ihtiyacımız yok. Bunlara sahip olduğum için her gün şükrediyorum.”
Akşam oluyor. Seremoni zamanı. Kötü bir his var içimde. Sanki bu seferki çok rahat geçmeyecek. Sürekli sorular soruyorum şamana. Sırf ilacı biraz daha geç içmek için. Bilmediğim bir şey olacak, hissediyorum. Yine aynı ritüeller. Bu sefer bardağın neredeyse tamamı dolu. Bir süre bardağı elimde tutuyorum. Hemen içemiyorum. Kafamda yine aynı sorular.
“Gerçekten ihtiyacım var mı?”
“Şu an burada olduğuma göre evet, var.” İçiyorum. Üç seferde. Aralarda esler var. Yine o çirkin tat, yine o mide bulantısı. Üstüne su içiyorum tadı geçsin diye. Geçmiyor ama biraz daha iyi. Yer yatağına gidiyorum. Battaniyeye sarılıp bekliyorum. Ayahuascanın etkisi geliyor. Bu sefer ilkine göre çok daha güçlü. Değişik bir şeyler oluyor. Ruhumun bedenimden ayrıldığını hissediyorum. Biraz korkuyorum. Kontrol etmek istiyorum, olmuyor, vazgeçiyorum. Sonra korkum geçiyor. Eğer “O kapıdan geçtin mi?” diye sorarken kast ettiğiniz buysa, evet, geçtim. Bir süre sonra eliyle mumu söndürüyor şaman, arada şarkı söylüyor. İlk seremonide de olmuştu bunlar. Söylemeyi unuttum. Kusuyorum. Bir türlü bitmiyor. Kusmanın, ayahuascanın içeride yaptığı bir temizlik olduğuna ve bu şekilde ruhu arındırdığına inanılıyor. Sonrası aynı. Gittikçe azalan vizyonlar, yorgunluk, uyumak isteyip uyuyamama ve sonunda dalıp gitme. Derin bir uyku hali. Değişik rüyalar. Daha gün doğmadan uyanıyorum yine. Yeni bir güne. Kendimi tamamen arınmış ve rahatlamış hissediyorum. Kusmak ne güzel şeymiş meğer.
Şimdilik bu kadar yeter. Özetle, ayahuasca sihirli bir değnek değil. Sorunlar hemen çözülmüyor. Ama yollar açıyor. Görmediklerinizi görmenizi sağlıyor. Bundan sonrası sizin seçiminiz. İsterseniz açılan yolda ilerler, sorunlarınızı çözersiniz, isterseniz güvendiğiniz yolda devam edersiniz. Bu bir uyuşturucu değil, ilaç. Birçok şeyin tedavisinde kullanılıyor. Kanser ve depresyon bunlardan sadece ikisi. “Eğer sürekli ihtiyaç duyuluyorsa, onsuz yaşanamaz hale geliniyorsa problem var,” diyor şaman. “Uyuşturucu değil ki bu, ilaç. İyileştirmesi gerekir.”
İlginizi çekebilir: Dünyanın en yüksek gölünde, güneşe komşu bir ada: Isla Del Sol