Peru’da sazlıklardan oluşan bir cennet: Titicaca Gölü ve Uros Adası

Titicaca, 4000 metrelik irtifasıyla dünyanın en yüksek gölü. Buralarda hayat yükseklerde akıyor. Oksijen az, sakinlik ve yavaşlık hakim ortamda. Dağda yaşamak şehirdekine benzemiyor. Mesela dükkanını kafasına göre açıyor esnaf, canı sıkıldığında kapatıyor. Bazen de içeride olduğu halde “kapalı,” diyor, yarım demir parmaklıkla örttüğü kapısının arkasından. Durum böyle olunca sabah erken saatlerde şehre gelmişseniz beklemek dışında yapabileceğiniz bir şey yok. Kutsal Vadi’de az da olsa alıştık dağda yaşamaya. Sevdik de…

Titicaca Gölü’nde ilk durağımız gölün Peru tarafında kalan Puno. Cusco’dan gece otobüsüne biniyor, sabaha karşı Puno’ya varıyoruz. Terminalin çıkış kapısında moto-taksiler karşılıyor bizi. “Moto-taksi! Moto-taksi!…” Hemen bir tanesine atlayıp şehir merkezinin yolunu tutuyoruz. Önce fiyatı soruyoruz tabii. Hep biraz yüksek söylüyorlar. Her seferinde “Şu kadar olur mu?” diye soruyoruz. Hemen “tamam,” diyorlar.

Geldik bile. Gökyüzünde mavinin o meşhur tonu, meydan sessiz, sokaklar boş, dükkanlar kapalı. Şimdi sırada kendimize bir hostel ayarlayıp, eşyalarımızdan kurtulmak var. Birimiz çantalara göz kulak olmak için meydandaki banklardan birine oturuyor, diğerimiz kalacak yer bakmaya gidiyor.

Hemen şu sokakta bir hostel buldum. Temiz bir yer, benim içime sindi. Fiyatı da uygun,” diyor arkadaşım, çantalara doğru yaklaşırken.
Tamam,” diyorum, “Zaten sadece bir gece kalacağız. Haydi gidip yerleşelim.
Çantalarımızı sırtlanıp hostele gidiyoruz. Kapıyı çalıyoruz, bekliyoruz, açan yok.
Ben geldiğimde adam şurada oturuyordu, kalkıp kapıyı açmadı. İçeriden başkası geldi açmak için,” Şaşırmıyorum. Tekrar çalıyoruz, biraz daha bekliyoruz, bu sefer biri gelip açıyor kapıyı. Şansımıza İngilizce bilen biri çıkıyor karşımıza. Rahatça anlaşıyoruz. Güney Amerika’da İngilizce bilen birini bulmak zor. Herkes İspanyolca konuşuyor. “No hablo Espanol (İspanyolca konuşamıyorum.)” deseniz bile ya konuşmaya devam ediyorlar ya da durumunuza üzülmüş bir tavırla sizi süzüyorlar. Yüz ifadelerinin bizim dilimizdeki karşılığı şöyle: “Ayy canım, yazık.” Belli ki ihtiyaçları yok İngilizce öğrenmeye. Medeniyet henüz buralara gelmemiş, gelmesin.

Resepsiyon check-in’i saat dokuz gibi yapabileceğimizi söylüyor. Yaklaşık iki buçuk saatimiz var. Peruluların zaman kavramının pek olmadığını düşünürsek, belki daha fazla. Çantalarımızı hostelin bir köşesine bırakıyor, şehirde biraz keşif yapmak için dışarı çıkıyoruz. Cusco’nun dağlarını arıyor gözlerim Puno’yu gezerken. Arkadaşımın sözleri geliyor birden aklıma. “Puno beni hiç çekmediği için orada kalmadım, direkt Bolivya tarafına geçtim,” demişti. Galiba haklıymış diye düşünüyorum. Kutsal Vadi’nin enerjisi yok burada. Üstelik saat daha çok erken olduğu için her yer kapalı. Karnımız aç, yorgunuz. Yanımızda atıştırmalık bir şeyler var ama düzgün bir şey yemediğim sürece doymam ki ben. Gözümüze kestirdiğimiz bütün yollara girdik. Dik ve uzun yokuşlar hariç. Yol yorgunu, uykusuz ve açken, 4000 metrede yokuş çıkmanın nasıl bir şey olacağını tahmin ediyoruz. Gördüğümüz yokuşların başından tepeye doğru bakmakla yetiniyoruz sadece. Gitmeye değer bir şey görseydik gidecektik tüm yorgunluğumuza rağmen. Yoktu.

Hala her yer kapalı. Elimizdeki poşetten birer poğaça daha alıp başlıyoruz ne yapabileceğimizi konuşmaya. Çünkü meydandaki banklardan birine oturup beklemek içimizden gelmiyor. Bizi kendine çeken bir yer olmalı yakınlarda. Orayı bulmak istiyoruz.

“Buradan göl kenarına gitmek ne kadar sürer acaba?”
“Bilmem, haritadan bakıp öğrenebiliriz.”
“İyi fikir. Benim şarjım çok az, sen bakabilir misin?”
“Tabii. Şu sigaramı bitireyim, bakarım. Yine sana geliyor bu duman. Hiç anlamadım bu işi…”
“Ben alıştım artık. Zaten Amazon tütünü. Organik. Fazla rahatsız etmiyor.”
“Peki o halde,” diyor arkadaşım gülümseyerek. Sigarasının sonunu içiyor, söndürüyor, izmaritini çöpe atıyor.
“Göl buradan yaklaşık yirmi dakika sürüyormuş.”

Navigasyonu açıyoruz, bizi göle götürüyor.
Ufuk çizgisi gibi göl. Görüyoruz ama bir türlü ulaşamıyoruz. Her seferinde bir sokak daha çıkıyor karşımıza geçmemiz gereken. Sonunda varıyoruz. Su görmeyi özlediğimizi itiraf ediyoruz birbirimize. Öylece bakıyoruz bir süre. Sonra göl kıyısında demir atmış tekneleri görüyoruz, oraya doğru ilerliyoruz merakla.
“Adalara gidiyor herhalde o tekneler.”
“Olabilir, gitmişken fiyat soralım.”

Elinde broşürle biri yaklaşıyor yanımıza. Biz bir şey sormadan başlıyor anlatmaya. Adaya giden teknenin fiyatını söylüyor, tur satmaya çalışıyor. Teşekkür ediyoruz yanından geçerken. O anlatmaya devam ediyor. Tekneler için sola dönmemiz gerekiyor. Sahil şeridiyse dümdüz devam ediyor. Koşanlar, yürüyenler, bisiklete binenler. Dünyanın her yerinde aynı sahil aktiviteleri.

Güneş kendini iyice gösterdi artık. Mekanlar da yavaş yavaş açılmaya başlıyor. Dükkan sahiplerinden biri sesleniyor.
“Ceviche, Trucha…”
Gülümsüyoruz.
“Sabah sabah nasıl yiyorlar şu balığı hiç anlamıyorum.”
“Onlar Perulu. Balık da yerler, fare kızartması da.”

Biraz dinlenmek için köşedeki banka doğru ilerliyoruz. Hemen vazgeçiyoruz oturmaktan. Güneş giriyor gözümüze. Sahile yöneliyor, diğer tarafa yürüyoruz bu sefer. Lağım kokusu geliyor. “Bu koku da nereden çıktı şimdi!” Biraz ileride bir bank görüyoruz. Üstünde tente var, gölge. Check-in saati gelene kadar orada dinleniyoruz. Zaten az kaldı.

Dağ yaşamı insanı zamansızlığa alıştırıyor aslında. Mecbur kalmadıkça saate bakılmaz dağda. Her şey kendi hızında akar gider. Zaman geçsin diye beklemez dağda yaşayanlar. Biz de memnun değiliz sürekli saate bakmaktan.

“Yerleşelim, bir şeyler yiyelim ve rahat rahat gezelim,” diyerek memnuniyetsizliğimizin üstünü kapatıyoruz. “Sonra hiç saate bakmayız.”

Hostele gidiyor, check-in’imizi yapıyor ve odamıza yerleşiyoruz. Hiç duramıyoruz odada. Titicaca üzerindeki sazlıklardan yapılmış adalara gitmek istiyoruz. Bu sefer bir kadın var resepsiyonda. O da İngilizce biliyor. Ona soruyoruz.

“Adalara nasıl gidebiliriz?”
“Saat 9:30’da Uros Adası’na bir tekne kalkıyor. Yaklaşık üç saat sürüyor. Diğer adalara gitmek isterseniz günübirlik yok. Adalardan birinde konaklamanız gerekir.”

Uros Adası’na gitmeye karar veriyoruz.
“Nereden geldiniz?”
“Türkiye.”
“Türkiye!” diyor şaşkın, heyecanlı ve sevinçli bir yüz ifadesiyle.
“Dizilerden mi biliyorsunuz?”
“Evet. Fatmagül, Karadayı…”

Sazlıklardan oluşan bir yaşam

İskeleye gider gitmez birkaç kişi birden yaklaşıyor yanımıza. Hepsi kendi biletini satma derdinde. İspanyolca konuşuyorlar tabii. Gözümüze kestirdiğimiz bir gişeye gidiyoruz. İçeride bir adam, yanımızda başka bir adam. Aynı anda konuşuyorlar. İspanyolca.
“Uno… transfer… 20 soles…” Söylediklerinden anladığım kelimeleri ve beden dillerini birleştirip şu cümleyi kuruyorum kendi kendime.

“Galiba bir yerde tekne değiştireceğiz. Bunun için bir transfer ücreti var. Eğer transfer biletini buradan alırsak orada tekrar para ödememiz gerekmeyecek.”

Biletlerimizi alıp iskeleye doğru ilerliyoruz, bizi transfer biletine yönlendiren kişinin önderliğinde. Tekneyi gösteriyor ve binmemiz için kenara çekiliyor. Henüz kimse yok teknede. İlk biz biniyoruz. Üst kata yerleşiyoruz. Bir süre sonra tekne dolmaya başlıyor. Çalışanlardan biri geliyor. Alt kata geçmemizi söylüyor. İstemeden dediğini yapıyoruz. “Bir bildiği vardır herhalde,” diye düşünerek.

Puno’daki yerleşim alanları bitene kadar alt katta oturuyoruz. Sonra sazlıklar başlıyor. “Artık yukarı çıkabilirsiniz,” diyor kaptan göz kırparak. Hemen ayaklanıyoruz. Zaten hareket ettiğimizden beri bu anı bekliyorduk… Sazlıklardan yapılan evlerinin önünde oturanlar el sallıyorlar. Sol tarafımızda bir kayık görüyoruz. Bir kadın kürek çekiyor. Köpeği önde, kızı arkada… Arkalarından bakıyorum. Hikayelerini düşünerek, onlar için hikayeler tasarlayarak. Merak ediyorum hikayelerini.

Yaklaşık iki saatlik yolculuktan sonra Uros Adası’na varıyoruz. Ada halkı şarkılarla karşılıyor bizi. Hemen işe koyuluyorlar. Turistler gelmiş sonuçta, bir şeyler satmaları lazım. Kadınlar tezgahlarını ve evlerini hazırlarken, erkeklerden biri bizi sazlıklardan yapılmış bir yükseltiye oturtuyor, başlıyor anlatmaya. Yanında birkaç maket var, yeri geldiğinde kullanıyor. Mesela evlerin nasıl yapıldığını anlatırken sazlıkların sıkıştırılmış olduğu bir maket çıkarıyor; güneş panellerinden bahsederken bir başka maket. Arada espiri yapıyor. Herkes gülüyor. Biz de gülüyoruz. Anlasak da anlamasak da.

“Uros Adası’nın bir başkenti var. Birazdan Mercedes Benz ile oraya gideceksiniz,” diyor göl kenarındaki sazlıklardan yapılmış turistik tekneyi göstererek. Sunum bittikten sonra dört kişilik gruplara ayrılıyoruz. Her grubun başında bir kadın, bizi evlerine sokuyorlar. Hediyelik eşya dolu her yer. Önce evi tanıtıyor kadın, sonra sattıklarını. “Neler anlatıyor acaba?” İçimde bir merak uyanıyor yeniden. Bütün detaylarıyla bilmek istiyorum buralardaki hayatları. Kendi kendime düşüncelere dalıyorum kadın anlatırken. “İspanyolca öğrenip tekrar gelmeliyim Güney Amerika’ya…” Elimde telefon, ses kaydı yapıyorum. Belki İspanyolca bilen biri çevirir umuduyla.

Şimdi Mercedes Benz’e binip başkente gitme zamanı. Şarkılarla uğurluyorlar bizi. On dakika sonra başkentteyiz. Burada sadece lokanta var. Bir de “I Love Titicaca” yazan bir maket. Herkes fotoğraf çektiriyor önünde. Sanki sırf bunun için gelmişler. “Ne gerek var bu kadar çok fotoğraf çekip anı kaçırmaya?”

Biraz etrafa bakındıktan sonra bir şeyler yemeye karar veriyoruz. Ortaya bir Ceviche söylüyoruz. İki gündür bunun hayaliyle yaşıyorduk. Titicaca kenarında Ceviche yiyeceğiz. Daha yemeğimiz gelmeden “Vamos!” diyor kaptan. “Haydi, gitme zamanı!”

Öylece kalakalıyoruz ne yapacağımızı bilemeden. Sonra garson giriyor araya. “Tamam,” diyor. “Siz rahat rahat yiyin, tekne hemen kalkmıyor. Yirmi dakikası var.” Hızlıca yiyoruz, hesabı ödüyoruz ve tekneye biniyoruz. Bizi bekliyordu tekne. Hemen hareket ediyor. Yeniden Puno’ya doğru.

Dönüş yolunda yine düşüncelere dalıyorum. Adalıları düşünüyorum. Her seferinde yeniden inşa ettikleri adalarını. Asırlardır. Sazlıklar zamanla eridiği için yüzen adalar bir süre sonra yok oluyor. Yaklaşık yirmi yılda bir yeniden yapıyorlar adalarını. Teknolojinin ne olduğunu bilmiyor, karada yaşamayı reddediyorlar. Basit yaşıyorlar. Karmaşasız, koşturmasız. Tekneden son kez adaya doğru bakıyorum. Bir kere daha görmek istiyorum gözlerindeki basit yaşamanın mutluluğunu.

Nihan Yığın
Yazmayı, seyahat etmeyi, başkalarının hayatlarına tanık olmayı, hikayeler dinlemeyi, bu hikayeleri yazarak paylaşmayı sever. “Issız bir adaya düşsen yanına ne alırsın?” deseler, ilk söyleyeceği ... Devam