Farkındalığa uyanan insanlar artık sadeleşiyor. Gereksiz yükleri, düşünceleri, fazlalıkları onları aşağı çeken şeyleri hayatlarından çıkarmanın yollarını arıyor. Sağlığa, huzura, dinginliğe giden yolun nefesten geçtiğinin farkına varıyor. Farkındalığa uyanmamış insanların hayatı ise çılgınca bir koşuşturmayla geçiyor. Ödemeler, faturalar, yapılması gerekenler, beklentiler, bitmeyen arzular derken nefes almayı unutuyor, kendilerine ayırdıkları zamanı azaltıyor. Korkular çoğalıyor, endişe ve çaba artıyor. Gerçek benlikle olan bağ kopuyor.
Evet korkular yarattık gerçek olmayan. İllüzyona kapıldık. Gelecek korkusu, terk edilme korkusu, başaramayacağım korkusu, ifade korkusu, yalnızlık korkusu, yetersizlik korkusu… Oysa bu hayatta tek bir görevimiz vardı. O da özgür ve mutlu olmaktı.
Ama biz ne yaptık. Deneyimlere ve hayata duygusal tepkiler vermekle kalmayıp, bunları sahiplendik. Davranış modeli haline getirdik. Olumsuz tüm duygu ve düşüncelere mühürlendik. Suçladık, suçlandık. Oysaki tüm yaşanılanların bir deneyim olduğunu bizim büyümemiz, gelişmemiz için olduğunu unuttuk. Hayatımıza giren her şeyin özümüze giden bir yol olduğunu, her şeye rağmen ilerleyebileceğimizi, yürüyebileceğimizi unuttuk.
Oysaki, duygular anlık yaşanmalıydı. Üzerimize yapışmamalıydı. Tanık olabilmeliydik. Bir bebekken nefesimiz doğaldı. Her şey tertemiz, saf ve şeffaftı. Sevgi vardı. Mutluyduk. Filtrelerden, korkulardan, endişelerden özgürdük. Olumlu veya olumsuz duygularımız yoktu. Bizi limitleyen düşüncelere tutunmuyorduk. Bir öfke gelse bile yaşıyor ve serbest bırakabiliyorduk. Ayrımlarımız, kurallarımız, kalıplarımız yoktu. Her şey çok güzeldi. Her şey ışıl ışıldı. Saf sevgiydi. Akıyordu hiç durmaksızın.
Sonra hayata duygusal tepkiler vermeye başladık. Yaşanılanlara karşı duygular, düşünceler, anlamlar yarattık. Değersiz olanı sahiplendik, onlara tutunduk. Yaşanılana, olmuş bitmiş olana yüzlerce yorum kattık. Bizi ve diğerlerini üzen, kıran, suçlayan…
Aslında duygular yaşanmalı ve sonrasında serbest bırakılmalıydı. Deneyimlenmeli ve özgürleşilmeliydi.
Şimdi soruyorum sana ne kadar özgürsün? Özgürlük ne demek? Yapmak istediğin şeyi yapmak mı?
Peki bunu özgürce mi yapıyorsun? Yaptığın şeyi sorguluyor musun? Yaptığın şey için kendini suçluyor musun? Özgürce davrandığını zannettiğinde şimdi ne diyecek bana acaba diye düşünüyor musun? Düşüncelerin seni ilerletiyor mu? Yoksa olanla savaştırıyor mu? Kendinle uyum içinde misin?
Bazen zihnim derin bir sessizlik içinde durgun bir nehir misali. Bazen savaş alanı.
Bazen yüreğimde ince bir sızı. Bazen kuşların cıvıltısı, kelebeklerin uçuşması.
Bazen yüzümde sevinç çığlıkları, başarının kokusu. Bazen hüznün evi.
Bazen dudaklarımda neşenin dansı. Bazen cenaze töreni.
Bazen nefesim okyanustaki bir dalga, yakamoz, yunusların özgün hareketi.
Bazen gözlerim ıslak, bazen parlak bir güneşin ışığı…
Özgürlük işte bu. Her şey ve hiçbir şey olabilmek. Uyum, dans, müziğin eşsiz bir ritmi gibi. Azalan, çoğalan, yükselen, alçalan ama durmayan sürekli akan bir sonsuzluk. Özgürlük var olanı sevmek ya da sevmemek. Ama bir bütün olabilmek. Vazgeçmemek. Sahiplenmeden akıp gitmesine izin vermek. SERBEST BIRAKABİLMEK…
Özgür olmanı ne engelliyor biliyor musun?
Eksik olana, hataya, birilerinin yanlış yapacağına inanan ve değiştirmeye çalışan bir düşünce sistemi olan EGO. Hayat onlar için korku, endişe, öfke ve nefret üzerine kurulmuştur. Geçmişe tutunan, geleceğe güvensiz, korkuyla adım atanlar egonun tuzağına düşmüşlerdir. Aynı zamanda ego bir nimettir. Ego nimeti, bilincinizin ilerlemesi için geliştirilmesi gereken bir basamaktır. Bu kimlik, sizi kitlelerden ayıran ve eşsiz durmanıza olanak tanıyan bir faktördür. Fakat bu kimliğin altında yatan özünüzü unutursanız işte o zaman hayatınızı boyunca mutsuz ve tatminsiz bir birey olarak geçirirsiniz. Çünkü ego yetinmez daima fazlasını ister. Bir kez başarısız olursan bunu sana mal eder ve beynini kemirir.
Ego kimliği, kişide üç ile altı yaşlarında gelişmeye başlar. Psikologlar buna “fert olma” diyorlar. Fakat egonuz siz değilsiniz unutmayın. Sadece içinizde konuşan ve hiç susmayan bir canavar. Güç o değil sizsiniz.
Ego, değişimden nefret eder. Gelişime direnir. Kontrolün hep kendisinde olmasını ister. Zaten nefese gelmeden önce direnen danışanları çok iyi anlıyorum. Çünkü içindeki egoları hep onları kandırmaya çalışır. Ne gereği var sen zaten böyle mutlusun. Zaten ne değişecek ki… ve böyle uzar gider. O hep rahat olmak ister ve bir rutin dahilinde devam eder.
Ego hep haklı olmak ister. Örneğin sürekli kocasına “eşim çok öfkeli” diye etiket yapıştıran bir kadın var. Ve bunu o kadar çok tekrar ediyor ki. Adam muhtemelen öyle olmasa da kadının yanında öfkeli oluyor. Sonra bir arkadaşının yanında adam öfkelendiğinde arkadaşına dönüyor ve diyor ki “Bak ben sana demiştim.” Hiç yabancı gelmiyor değil mi?
Ego mantıktır ve sözde korumaya, kollamaya çalışır. Sen ne kadar plan yaparsan yap eğer niyetin belliyse evren sana zaten o niyetin ile ilgili gerekeni yapacak ve işaretlerini sunmaya başlayacaktır. Egon ne kadar kontrol etmeye çalışırsa akıntıya o kadar kürek çekersin. Ego durdurur, özün ilerletir.
Kontrol edebilir misin sen güneşi, ayı, yağmuru, karı, düşen bir yaprağı? Eğer arıyorsan hazineyi, aşkı, ön yargıyı, korkuyu, kontrolü bırakmak gerekir. Çünkü hazineler yıkıntıların altındadır. Her şer gibi görünenin ardından bir hazine çıkar. Bu yüzden korkma yoluna devam et ancak o zaman bulabilirsin AŞK’ı.
Egonun dışına çıkmak istiyorsan onu şaşırtmalısın. Her gün aynı yere koyduğun bir eşyanın yerini değiştir. Farklı kitaplar oku, farklı müzik dinle, buz gibi suda duş al. En sevdiğin kıyafetten, küpenden vazgeç, tarzını değiştir. Onu bir basamak olarak kullan. Onu itme, sahiplenme de. Sadece ötesine geç. Bu onu delirtir. Bu arada ona “evet olabilir” de. İşte o zaman o devasal ego görünmeyecek kadar küçülecek ve sen ortaya çıkacaksın.
Unutma güç sensin, o değil. Hayatınız, arzularınız, duygularınız ve beklentileriniz sizi yönetmesin. Sen hayatını yönet, çabayı bırak, sorumluluğunu al, yapman gerekeni yap ve yaşamının kahramanı ol.