Psikolojik iyi oluş ve kendini tanıma konuları yıllardır yazılarımın odak noktasını oluşturuyor. Ancak iyi oluş konusunu iyi anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Literatüre göre psikolojik iyi oluşun bileşenleri; kendini kabul, diğerleri ile olumlu ilişkiler, özerklik, kişisel gelişim, yaşamda amaç ve çevresel hakimiyet. Çevresel hakimiyet, karmaşık çevresel şartları kontrol edebilme ve maniple edebilme becerisi olarak tanımlanıyor. İşte bu “karmaşık çevresel şartları” en yoğun deneyimlediğimiz zamanlardan geçiyoruz. Aslına bakarsanız, bu yeni bir şey de değil. Tam bir asır önce bu zamanlar büyük bir dünya savaşından çıkmıştık ve üstüne sınırlı kaynaklarla emperyalist güçlere karşı zorlu bir mücadele halindeydik. Amacım şu anda yaşadıklarımızın daha az önemli olduğunu vurgulamak değil, yanlış anlaşılmasın. Amacım, “dünyada hiç sorun olmaması ve dünyada hiçbir şeyin bizi asla kötü hissettirmemesi” yönündeki gerçekdışı beklentimize bir göz atmak.
Endüstri, tüketim ve pazarlama çağında yaşadığımız için olacak ki “kötü” hissetmeye, hasta ve başarısız olmaya katlanamama bu sistemin temel çarklarını döndürüyor. “Kötü” hissetmenin çok kötü bir şey, hatta hastalık olduğunun sürekli vurgulandığı bu ortamda doğru bilgiye ulaşmanın ve algımıza sahip çıkmanın her şeyden önemli olduğunu düşünüyorum. Ruh sağlığı alanında çalışan bir profesyonel olarak anksiyete, depresyon, travma gibi kavramların rasgele kullanılmamasını, her olumsuz duygunun ve sürecin hemen hastalık olarak etiketlenmemesi gerektiğini, gayet insani bir süreç olan “acı” çekmenin, üzülmenin gelip geçici doğasını “hastalık” veya “çok kötü bir şey” olarak tanımlayıp insanları adeta “korkmaktan korkar” hale getirmenin algılarımızı nasıl bozduğunu anlatmayı bir görev biliyorum. Başlangıç noktası olarak bu yazımda algı, öznel deneyim ve bilinç gibi kavramlara göz atacağım. Ama önce bu kavramların doğrudan ilişkili olduğu yere, insan beynine bir bakalım.
İnsan beyni doğuştan tamamlanmamış olarak dünyaya gelen yegane varlık. Bu demek oluyor ki beyin, çevresel ve yaşamsal deneyimler ile yaşam boyu sürekli değişen ve şekillenen bir organ. Beyin gelişimsel olarak hem bedenlenmiş hem de ilişkisel, yani dinamik bir sistem. Sinir sistemi bütünleştirme yoluyla düzenli ve dengeli hale geliyor. Bu durum beynin düzenleyici işlevi yerine getiren bütüncül devrelerinin ürünü. Bu devrelerin hepsi karmaşık bir sistemi oluşturuyor ve beyin/zihin ancak aritmetik ve belirlenimci olmayan başka bir matematik ile anlaşılmaya çalışılıyor, bunun adı da “karmaşık sistemler teorisi”. Karmaşık sistemler teorisi, matematiğin bir dalı olan olasılıktan türemiş. İşte henüz gelişimsel olarak tamamlanmamış insandan söz ediyorsak kesinlikten bahsedemeyeceğimiz için ancak olasılıktan bahsedebiliyoruz. Bu perspektife göre bir karmaşık sistem, sistemin öğelerinin etkileşimi ile beliren “kendi kendini örgütleme” özelliğine sahip.
Duygu dediğimiz deneyimlerimiz de bütünleştirme durumlarındaki değişimleri yansıtan bu kendi kendini örgütleme özelliğinin bir boyutu. Öyleyse duygusal yaşantılarımız zihnimizin temelini oluşturuyor. Zihin dediğimiz bağlantısal sistem de enerji ve bilgi akışı süreci. Bu bağlamda insan olarak varoluşumuzun iki temel indirgenemez yönü var. Bunların ilki zihinsel yaşamın öznelliği, diğeri ise nöral yaşamın (beynin) nesnel (ölçülebilir) özelliği. Zihnin en temel işlevi enerji ve bilgi akışını kontrol etmek ve düzenlemek. Herhangi bir şeyi düzenlerken gözlem yapmamız ve düzenlenen şey üzerinde değişiklikler yapmamız gerekiyor. Bunlar düzenlenmenin iki temel öğesi. Araba kullanırken nereye gittiğimizi algılamak ve buna göre yönümüzü ve hızımızı değiştirmek için gözlerimizi açık tutmamız gerekir. İşte duygularımızı düzenlerken de içsel durumlarımızı gözden geçiririz ve sonrasında yaşam dengemizi sağlamak için uyarılma seviyemizi değiştiririz. Güzel haber şu ki, eğer zihnimizin bu düzenleyici işlevini doğru kullanırsak aile ve ilişkilerimizi ve yaşamımızı iyileştirebiliriz. Peki, bu şekilde farkında olmak ve gözlemlemek yaşamları değiştirebiliyorsa, bizler bilinç hakkında ne biliyoruz? Gelin şimdi bilinç ne demektir ona bir bakalım.
Bu yazıda “bilinç” kelimesini, farkında olma deneyimi, şu anda bir şeyin meydana geldiğini bilme şeklindeki içsel durumu ifade etmek manasında kullanacağım. Bilinçten bahsetmeden önce, zihinsel yaşamlarımızı nesnel ve sayısal olarak bütünüyle ölçemeyeceğimiz gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Zihnimizin düzenleyici ve bütünleştirici işlevini geliştirsek dahi, içsel öznel deneyimlerimizin farkında olmak gibi ölçülemeyen bir özelliğe sahibiz. Bu, sizin içsel zihinsel deneyiminizin ben ya da bir başkası tarafından bütünüyle bilinemeyeceği anlamına geliyor. Yani sizin ve benim içsel dünyalarımızın başka bir denginin olması mümkün değil. İçsel dünyamızın hakiki doğasını diğer insanlara hiçbir zaman bütünüyle gösteremeyiz ve onların da bunu bütünüyle anlamasını bekleyemeyiz.
Özellikle yakın zamanda yapılan pek çok çalışma bir çok önemli ve yanıtlanması güç soruyu beraberinde getirmiş ve zihnin beynin “ürünlerinden” daha fazlası olabileceğini göstermiş durumda. Daha önce bir yazımda bahsetmiş olduğum Gestalt psikolojisi daha 1900’lü yılların başında bu konuyu vurguluyor ve “bütün, parçaların toplamından fazladır” diyordu. Algı, bilinç ve öznel deneyim konuları da Gestalt psikolojisinin temel çalışma alanlarıydı. Buraya kadar anlattıklarımla zihni enerji ve bilgi akışının düzenlenmesini kapsayan sürecin bir parçası, beyni bu akışın vücut bulmuş bir mekanizması ve ilişkileri de bu akışın paylaşımı olarak tanımlayabiliriz. İşte bunlar “bilinç” ve “öznellik” dediğimiz bütünün birbirinden ayrılamaz parçalarını, bilgi akışı gerçekliğinin elementlerini, yani sizi meydana getiriyor.
Bilinci farkında olma deneyimi, şu anda bir şeyin meydana geldiğini bilme şeklindeki içsel durum olarak tanımlamamıza rağmen her şeyi bilinçli olarak bilemeyiz. Ama farkına varabileceğimiz şeylere odaklanabiliriz zira farkında olmak bilinçli seçimlere de olanak sağlıyor. Çünkü zihnimize giren bilgi önemli. Eğer bu bilgi beklenti yaratan ve belirlenimci bir bilgi ise algılarımızı çarpıtması kaçınılmaz hale geliyor. Örneğin “kötü hissetmenin” veya aklınıza kötü düşüncelerin gelmesinin çok kötü bir şey olduğu yönünde bir telkin alırsanız, hele de bunu “uzman” kişilerin ağzından sürekli işitirseniz, elbette “asla kötü hissetmemeliyim, kötü hissedersem bu hasta olduğum anlamına gelir” gibi gerçekdışı bir beklentiye girersiniz. Sizin kırmızıyı görme içsel öznel deneyiminizin niteliği ile benim aynı kırmızıyı görme deneyimim bile tam olarak aynı değilken, duyguları “iyi” “kötü” şeklinde etiketlememiz mümkün olur mu?
Bu noktada klinik psikiyatri profesörü Daniel Siegel’in aktardığı bir anıyı paylaşmak istiyorum. Siegel bir defasında, duyguların “gerçek” olduğuna dair bilimsel kanıt olmamasından dolayı psikiyatristlerin psikoterapiyi öğrenmemesi gerektiğini düşünen bir pratisyen ile bir tartışmaya giriyor ve duyguların “gerçek” olmadığını savunan bu pratisyene Siegel şöyle cevap veriyor: “Tartışmaya nasıl devam edeceğimizi bilmiyorum çünkü neyin “gerçek” olduğuna dair elimizde bilimsel bir kanıt yok.” Burada tartışmanın neden bir yere varamayacağını görebiliyor musunuz? Bu tartışma bir yere varamaz çünkü, hepimizin kendine has bir şekilde deneyimlediği bir şeyi, yani algıyı bir olgu olarak ölçmeye çalışmak, değişebilen bir yapı hakkında kesin bir dille konuşmak yaşamın ve insanın doğasına aykırı. Çünkü söz konusu insansa ancak olasılıklardan bahsedebiliriz. Sonuç olarak, “olan şey” ile ona dair “algımız” arasında bir fark varsa ve bu herkes için mutlak olarak ölçülemiyorsa, sizin hasta, kötü, eksik olduğunuzu ve kötü hissederseniz bunun korkunç bir şey olacağını telkin eden, sizi veya diğerlerini (anksiyeteli, depresyonda, toksik, narsist vs diye) kategorize eden her tür mesaja şüpheyle bakmanızı tavsiye ederim.
Bu konuda bir psikolojik danışmandan destek almak isterseniz süreçle ilgili bilgi almak için bana ayselkeskin2004@yahoo.com eposta adresinden ulaşabilirsiniz.
Kaynak: Daniel J. Siegel. Zihnin Gelişimi: İlişkiler ve Beyin Arasındaki Etkileşim Bizi Nasıl Biz Yapar. Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları No: 253.
İlginizi çekebilir: Deprem travması psikolojimizi nasıl etkiler?