Özgürlüğün belirsiz, sisli yolları: Özgürlük için küllerinden doğmak
Ne kadar soyut ve yüksek bir kavram özgürlük. Üzerine kafa yordukça, meditasyon yaptıkça derinleşiyor resmen. “Özgürlük mümkün müdür?” diye düşünürken iki soru arasında mekik dokuyor aklım: Dış etkenler özgürlüğümüzü kısıtlayabilir mi? Yoksa yaşananlara bakış açımız mıdır bizi kısıtlayan?
15 yaşlarımdayken çok kıskanç bir erkek arkadaşım vardı. Giydiğime, konuştuğuma, baktığıma, her şeyime karışırdı. Sonra yaşım küçük diye istediğim saatte eve dönmeme izin vermeyen ailem kısıtladı özgürlüğümü. Eski patronum konuşturmadı beni müşterilerin önünde. Fikirlerimi çat diye söyleyiveririm diye. Aşka gelince, sevgilimi dilediğim gibi öpemedim herkesin ortasında. Kısacık şortumla gezemez oldum İstanbul sokaklarında. İçtiğime, izlediğime, okuduğuma… Her şeyime karışılır bu ülkede.
Özgürlüğümüzün kısıtlanmasının nedenlerini sayar, “Özgür değilim” deriz. Bu soyut kavramı tarif edebilmek için bile önce nelerin özgürlüğümüzü kısıtladığından bahseder dururuz. Çevremde bir arkadaş grubu da yok ki bir arazi satın alalım, adaya taşınalım ve biz bize yaşayalım demeyen. Yolsuzluk olmasın. Hırsızlık kapımızı çalmasın. Kötülük bizim köye uğramasın. Ekmek elden, su gölden yaşayalım. Fark ediyorum ki hepimizin bir cennet arzusu var. Hayalimizde bir ütopya yaratıyoruz. Çünkü masalın içinde kendimizi güvende hissediyoruz. Keşke “hiç uyanmasak ve özgür olsak” kadar kolay olsaydı bu süreç. Özgürlük; ülke, sevgili, ortam ya da iş değiştirince gelmiyor ne yazık ki. Değişim bir müddet rahatlatıyor olabilir, sonra başka şeyler batmaya başlıyor gözüne. Bu döngü, özgürlüğümüzün dış etkenler tarafından kısıtlanamayacağını deneyimleyene kadar, aynen böyle devam ediyor.
Ancak kendi sorumluluğunu almış, kendini bilen insan özgürleşebiliyor. Kendini tanıyıp, algını ve olaylara bakış açını yumuşattıkça özgürleşiyorsun. Eğer ki derslerin en büyüğü kendini bilmekse, bu özgürlük denen de öyle oturduğun yerden gelip çalmıyor kapını. Özveri istiyor. Adanmışlık bekliyor. Benim kulağıma az biraz fısıldadı, oradan biliyorum. Kesin bilgi!
Ama kendine dönmeye başlayınca büyü bozulur söyleyeyim. Kim olduğunu bulma yolculuğu, önce kim olmadığını bulmakla başlar. Kaygı verir. Paspas altında bıraktığın korkuların bir bir su yüzeyine çıkar. Kendini yeniden doğurmak için önce o sıkı sıkı tutunduğun benliğini öldürmen gerekir. Yaşarken ölmek gibidir. Acı verir. İçinden geçersin acının. Ütopyadan distopyaya iter adamı, benlik kavramı. Masaldan uyandırır.
Distopya dezavantaj gibi görünse de özgürleşmenin yegane yöntemidir. Ancak o zaman insanları ve olayları, iç dünyana nasıl aldığının seninle ilgili olduğunu anlarsın. Zamanla dünyada olup biten ve senin sorumluluğunda olmayan sorunlu kavramları tanımlamaya başlarsın. “Dünyada insan hakları konusunda problem var” gibi bir gözlemde bulunursun da, bunu yapanlara lanet etmekten vazgeçersin. Değiştiremeyeceğin olayları kabul etmeye başlarsın. Komşunun ne yaptığı seni eskisi kadar ilgilendirmez olur. Başkaları hakkındaki analizlerinin, aslında kendi ihtiyaçlarının ve değerlerinin birer ifadesi olduğunu zamanla anlarsın.
Diyeceğim o ki; özgürlük düşünüyor olmamızda yatıyor. Düşüncelerimizi sahiplenip, kendimizi bildiğimiz sürece gösteriyor kendini. Yargıladığımız her şeyin bizde bir karşılığı olduğunu bildik mi tutuyor elimizden. İç dünyamızı ve algımızı iyiye dönüştürdük mü sızıyor içeri. Ne olursa olsun kendi yolunda yürümeye devam eden, “biz”i bilen ve her şeye rağmen seven insan özgürlüğün kendisi oluyor.
İlginizi çekebilir: Boğulmamanın yegane yolu: Dalgaların üzerinde süzülmeyi öğrenmek