Hayatta hepimizin konuşmaktan ve başkalarına, hatta kendimize itiraf etmekten kaçındığı konular var. Aile yaşantımız, hastalıklarımız, travmalarımız, yaşadığımız maddi güçlükler, bedenimizi değiştirme ve onu aslında olmadığı bir şeye çevirme çabalarımızın yarattığı huzursuzluk halleri…
Kim olduğumuzu unutmuş, belki de hiç keşfedememiş oluşumuzun verdiği kaybolmuşluk hissi. Evet, böyle “hassas” konuları yüksek sesle dile getirmek hiç kolay değil. “Ama bu benim özel hayatım.” “Mahremiyet denen bir şey var.” “Kol kırılır yen içinde kalır.” Toplum içinde konuşmaktan çekindiğimizde bu cümlelere ne kadar sık başvurduğumuzu fark ettiniz mi? Yanlış demiyorum ama bazen kendimize bahaneler mi üretiyoruz diye düşünmeden de edemiyorum. Sanırım bir sınır var ve içinde bulunduğumuz hali ya da hislerimizi aşağılanmaktan, suçlanmaktan, zayıf ve aciz görülmekten dolayı gizlediğimiz her seferinde bahanelere sığınmış oluyoruz.
Bu sayfada yazmaya başlarken belli bir amacım vardı ve bunu daha ilk yazılarımdan birinde açık etmiştim: Anoreksiya nervozanın altında bir ses daha var: Duyun onu! Bu yazıda ciddi bir psikolojik rahatsızlık olan anoreksiya nervozayla mücadele ettiğimi söylemekten kaçınmadım. Bu önemli bir adımdı çünkü yapılan çalışmaların da gösterdiği gibi yeme bozuklukları yaşayan insanlar bunu paylaşmaktan utanıyorlar.
Yeme bozuklukları her zaman fiziksel semptomları üzerinden anlaşılamadığı için, hastalar, seneler boyunca anoreksiya nervoza ya da bulimiya nervoza veya tıkanırcasına yeme gibi rahatsızlıkların kıskacında güç bela yaşamaya çalışıyorlar. Ben de uzun zaman sakladım. Daha doğrusu senelerce kendimden sakladım, kabul etmedim. Hastalığımı kabullenmem ancak terapilere başladıktan bir sene sonra mümkün oldu ve bir kez kabullenince çekinmeden etrafımdakilere de anlatmaya başladım. Bunun nasıl bir hastalık olduğunu ve beynimin nasıl en büyük düşmanım olup çıktığını anlattım.
Utanç ya da ayıplanma korkusu yaşamadan hislerimi paylaşabilmemin en büyük nedenlerinden biri elbette her zaman arkamda olan ailem ve sevgilerinden kuşku duymadığım arkadaşlarımdı. Ama herkesin benim kadar şanslı olmadığını biliyorum ve yeme bozukluklarının daha birçok konu gibi gerek bizim toplumumuzda, gerek dünya genelinde bir tabu olarak kaldığının farkındayım.
Dünya genelinde 70 milyondan fazla insan yeme bozukluklarıyla mücadele ederken bu konuları olağanca açıklığıyla tartışamamak gerçekten dert edilmesi gereken bir mesele. Bunu normalleştiremedikçe, yani etrafımızdaki insanlarla paylaşamadıkça içimize çekiliyoruz. Sonrası ise kaygı, depresyon, bağların kopması. Yeme bozuklukları, gerçek ve tek dostumuz gibi hissetmeye başlıyor, gittikçe yalnızlaşıyor ve tehlikeli bir şekilde uçuruma doğru koşuyoruz.
Şu “utanç” kavramına bakalım biraz. Sizin için ne ifade ediyor bilmiyorum ama Daring Greatly adlı kitabın yazarı Brene Brown için utanç, “kusurlu olduğumuza ve bu yüzden ne sevilmeye ne de ait hissetmeye değdiğimize inanmamızın yarattığı katlanılmayacak kadar acı bir his ya da deneyim,” anlamına geliyor. “[Utanç] bağ kuramama duygusudur. Yaptığımız bir şey, ulaşamadığımız bir ideal ya da karşılayamadığımız beklentiler nedeniyle insanlarla bağlar kurmayı hak etmediğimiz düşüncesinin verdiği büyük korkudur.”
Yeme bozukluğu yaşayan insanların bunu diğer insanlarla paylaşmaktan korktuğunu fark etmem kolay olmadı çünkü ben de tam olarak bu korkuyu yaşadığımı uzunca bir süre fark edememiştim. Öncelikle kendime itiraf etmekten korkmuştum yıllarca, haliyle iyice kabuğuma çekilmiş, uzatılan elleri geri çevirmiş ve “ben böyle iyiyim” maskesi altında yaşamaya çalışmıştım. Ama o terapi odasında bir gün cümleler ağzımdan çıkıverdi. Benim ciddi bir yeme bozukluğum var. Bu halim, bu zayıflığım ve kaygılı zihnim ne iştahsızlıktan ne de sağlıklı ve yeterli beslenmeme rağmen kilo alamıyor oluşumdan. Ben kendimi aç bırakıyorum. Ve bunu neden yaptığımı bilmiyorum.
Anoreksiya nervozayla mücadele ettiğimi anladım. Bundan sonra da aslında garip yeme düzenimden, takıntılarımdan, asosyalliğimden, ilişki ve bağ kurmaktan kaçmamdan, sürekli güçlü görünme çabalarımdan kısacası bu hastalığın huyumu değiştirdiğini kabul etmekten, onun bedenimde, ruhumda ve zihnimde açtığı yaraları biraz da olsa açık etmekten deli gibi utandığımı anladım. Çünkü “başarılı, çalışkan ve iradeli Burcu” imajı yaralanacaktı. Etrafımdaki insanları hayal kırıklığına uğratmış olacak, tek başıma yapamadığımı ve başkalarının yardımına ihtiyaç duyduğumu göstermiş olacaktım. O zaman insanlar beni yargılamaz mıydı? Zayıf görmez miydi? Bu rahatsızlıktan iyileşmenin ilk aşaması yeterince beslenip kilo almak diyordu doktorlarım, ama yemek yememek sahip olduğum nefsin ve gücün bir imgesi değil miydi? Hayır. Alakası yok. Asıl kendimi açlığa mahkum ederek tüm benliğime işkence etmek bir başarısızlık. İyileşememek bir yenilgi. Ama yine de adım atmak çok zor.
Brown’a göre utanç en çok da görünüşümüzü ve bedenimizi fazlaca sorun ettiğimiz zamanlarda ortaya çıkıyor. Hiç şaşırtıcı değil. Utancın yukarıdaki tanımına yeniden bir bakın, beden imajı ile arasındaki bağlantıyı kaçırmak mümkün değil. İncecik bedenlerin idealleştirilmesi birçok insanı doğal beden şekillerinden dolayı kusurlu ve değersiz olduğunu düşünmeye zorluyor. Mükemmel beden imajı gerçek değil, mümkün de değil. Herkesin kendine özgü beden özellikleri ve şekilleriyle doğduğunu, bunu sonradan bozmaya, küçültmeye ve değiştirmeye çalışmanın sağlıksız olduğunu kabul etmemiz lazım. Yani, bu durumun yarattığı utanç duygusuyla yüzleşmek. Gerek yeme bozukluğu yaşayan insanların, gerek bedeniyle ilgili başka sorunları olan insanların utanmadan ve korkmadan buna karşı mücadele etmesi o kadar önemli ki, böylece hem kendi yaşamımızı hem de çocuklarımızın geleceğini etkileyen aldatıcı mesajların etkisinde kalmaktan kurtulabiliriz.
Bağlarımızı yitirmeyelim ve asıl olduğumuz kişiden ayrı düşmeyelim. Utançla nasıl mücadele edeceğiz? Bu histen, bu kısır döngüden nasıl kurtulacağız?
Konuşarak.
Konuşmamayı tercih ettiğimiz her an utanç da gittikçe büyür. Sağlığı hiçe sayan popüler diyetlere ya da yeme bozukluklarına karşı savaşırken çoğunlukla yalnızmışız gibi hissederiz. Onun gibi olsam, onun gibi güçlü ve biraz daha ince, işte o zaman herkes beni daha çok beğenir diye düşünürüz. “Temiz beslenme” adı altında yiyecekleri “iyi” “kötü” “yasak” olarak etiketleyen ve değerimizi neyi ne kadar yediğimizle belirlemeye çalışan bir zihniyete maruz kaldığımız günümüz dünyası, bizi böyle düşünmeye sevk ediyor. Ama emin olun, o daha güçlü ve ince diye özendiğimiz insanlar da kendilerini başkalarıyla kıyaslıyor ve utanç hissini onlar da yaşıyor. Bize kendimizi değersiz hissettiren suçlayıcı ve olumsuz hislerle baş etmenin en etkili yolu onları paylaşmaktır.
Toplumun dayattığı “mükemmel beden” standartları aslında gerçeği yansıtmayan, imkânsız bir imajdır ve ne yaparsak yapalım imkânsıza ulaşamayacağımız için çabalarımızı ve kendimizi yetersiz görmemiz kaçınılmaz olur. Ama bizi boğan hisleri bir kez açık ettiğimizde başkalarının da peşimizden geleceğini, paylaşarak ve çoğalarak güçleneceğimizi bilelim.
Brown’ın Daring Greatly kitabındaki şu sözleri “konuşabilmeye” ne denli ihtiyaç duyduğumuzu anlatıyor aslında: “…utanç gücünü konuşulamayan şeylerden alır. Bu yüzden de mükemmeliyetçi olanlarımızı sever çünkü bizi susturmak çok kolaydır. Utancın ne olduğu üzerine yeterince konuşabilir ve bu konuda bilinç kazanabilirsek, onu köklerinden koparabiliriz. Utanç etrafına kelimelerin yapışmasından nefret eder. Utancı dile getirirsek, onu sindiririz. Hikâyelerimizi anlattığımızda utancı yok ederiz.”
Yeme bozuklukları olan insanlar da genellikle mükemmeliyetçi yapılarıyla bilinir. Mükemmeliyetçilik bu açıdan her ne kadar bir dezavantaj gibi gözükse de aslında zayıf noktamızın farkına varıp bunu konuşmak için ihtiyaç duyduğumuz cesarete dönüştürebiliriz. Mükemmeliyetçi yapım bana nasıl fayda getirir ve beni hangi durumlara karşı savunmasız bırakır? Savunmasız kaldığımda kişiliğimin bu yanını nasıl kullanmalıyım ki bana güç versin? Belki de en doğru sorular bunlar. Cevapları bulmak içinse samimi olup önce kendi hislerimizle yüzleşmek sonra da insanlara açılma cesaretini göstermek gerek.
Elbette en yoğun duygularımızı herkesle paylaşabilmek mümkün değil. Buna lüzum da yok. Kalbimizi, kim olduğumuzu iyi bilen ve ne olursa olsun bize sırtını dönmeyecek birkaç insana açılabilsek, güvenimizi kazanmış bu insanlarla paylaşabilsek bile utanç duygusuna üstün gelebiliriz. Ailemiz, terapistimiz, diyetisyenimiz, yakın arkadaşlarımız… Bu insanlarla konuştuğumuzda, hassasiyetimizi onlarla paylaştığımızda güvende hissederiz. Kısacası, bizi yargılamayacak ve sevgisini asla esirgemeyecek insanlar olmalı hayatımızda.
Kara Lydon, yeme bozuklukları ve utanç arasındaki ilişkiyi incelediği makalesinde yeme bozukluklarıyla mücadele eden insanların bunu öncelikle terapisti ve/veya diyetisyeniyle paylaşmasının iyi bir başlangıç olabileceğini belirtiyor. Elbette bu noktada diyetisyenimizin yeme bozuklukları konusunda uzman biri olması ve salt “kilo verdirmeyi” başarı saymaktansa karşısındaki insanın sağlıklı kilosuna ve vücut yapısına ulaşmasında ona yardımcı olmayı görev bilmesi önemli. Tedavi olmak için güvendiğimiz insanların duygularımızı ve ihtiyaçlarımızı fark etmesi gerekiyor.
O halde, saklanmaktan vazgeçerek başlayalım mı? Ördüğümüz duvarları bir bir yıksak? Yargılanmaktan korkmasak ve başkaları hakkımda ne der diye endişelenmesek de gerçek benliğimizin “görünmesine” izin versek?
Ancak bu şekilde bizimle aynı şeyleri yaşayan insanlarla bağlar kurabiliriz. Johann Hari, depresyonun nedenlerini incelediği müthiş kitabında kaygılarımızın ve endişelerimizin bağsız ve köksüz kalmaktan kaynaklandığının, bunun da depresyona neden olduğunun altını çiziyor. Yani, yalnız olmadığımızı ve yalnız hissetmenin her türlü olumsuzluğun temelinde yattığını unutmamamız gerek.
Gelin önce bize değerimizi unutturan ve üzerimizde ağır bir utanç duygusu yaratan durumları bir bir keşfedelim. Sonra da bunlarla mücadele ederken bize destek olacak insanlara açılalım. Üstelik bu bir süre sonra tek taraflı bir paylaşım olmaktan çıkacak, karşımızdaki insanlar da kendi hislerini anlatacaktır. Haydi, kapandığımız adadan çıkalım artık.
Kaynak:
Dr. Gershen Kaufman The Psychology of Shame: Theory and Treatment of Shame-based Syndromes adlı kitabında yeme bozukluklarını “utanç kaynaklı rahatsızlıklar” olarak tanımlamıştır.
ABD merkezli bir sivil toplum örgütü olan ‘National Eating Disorder Association’ (Yeme Bozuklukları Ulusal Birliği) kaynaklarında paylaşılan bilgidir. Yeme bozuklarıyla ilgili diğer istatistikler için bu yazıya bakabilirsiniz.
Brown’ın bu kitabı Cesur Yanınızı Kucaklayın adıyla Meriç Selvi tarafından Türkçeye çevrilmiştir (Martı Yayınları). Bu yazıdaki alıntılar Selvi’nin çevirisi değil, kitabın İngilizce orijinalinden benim yaptığım çevirilerdir.
Lydon’ın ‘How to Combat Shame’ adlı yazısına bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Hari’nin bu kitabı Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler adıyla Barış Engin Aksoy tarafından Türkçeye kazandırılmıştır. (Metis Yayınları)
İlginizi çekebilir: Bedenimizde rahat hissetmek ve bedenimizle bağımızı güçlendirmek için neler yapabiliriz?