“Onu yeterince tanıyor muyum?
Partnerimi-Arkadaşımı-x kişisini ne kadar iyi tanıyorum?
Seni hiç tanıyamamışım!
Sandığım gibi biri değilmiş, çok yanlış tanımışım!” gibi gibi süregelen, hayatımızda beliren her kişiye zamanlı/zamansız bu yorumlamaları yaparız.
Peki şunu ne kadar yapıyoruz: Kendimi ne kadarıyla tanıyorum?
Dışımızdaki (tanıttığımız) kimliğimizden bahsetmiyorum.
İç ben (özümüz) anlatmak istediğim.
Kimisi onunla ergenlikte, kimisi hayatının en zirve yaptığı dönemde, kimisi orta yaş sendromuna girmeden hemen önce tanışır, kimisi de onunla hiçbir zaman tanışmaz.
İç kimliğimizi ortaya çıkarmak öyle zordur ki hep bir yerlerde baskılayan kurallar ve yapılar vardır.
Eğer onu çocukken tam olarak bırakmamışsak, biraz da olsa kalmış ise bir yerlerde, onu sımsıkı tut ve kaybolmasına izin verme. O en sen halin! Kendi özünden uzaklaşıp, onu bırakırsan toplumsal öz bulur seni; anlatır durur, şöyle olmalı, böyle olmalı, bu çok yanlış ve doğru. (Kararını her defasında o verir.)
Ne diyorduk? Her olay sonunda başkalarını ne kadar tanıdığımızı sorgulayıp ne kadar tanıyamadığımızdan isyan etmek yerine; kendimize dönsek? Şöyle bir baksak, tanısak, her gün keşfettiğimiz başka bir yanımızı bulsak, öne çıkarıp onu yorumlasak, coştursak, kaybolsak onda. O kadar fazla ses ile doluyor ki kulaklarımız kendimizi duyamıyor, göremiyor, bilemiyoruz.
Her yerde yazılan “Önce kendini tanı, sev, sonra başkasını” cümlesi vardır ya hepimizin bilip, hiç üstüne düşmediği, klişe diye adlandırdığımız önerme…
Gün içerisinde akşama kadar aynadaki yansımama bakmamışsam onu çok özlüyorum.
Alıyorum karşıma, konuşuyorum.
Çok sevdiğim bir hocam “Sen kendinle konuşacak bir tipe benziyorsun. Bunda sorun yok, eğer kendine cevap vermeye başlamışsan, işte o zaman sorun var” demişti espri ile, çünkü bunlarla baş ettiğinde “Deli misin sen?” derler. İçindeki seni elinden uçurmaya çalışırlar.
Kendime soruyorum, evet her defasında cevap veremiyorum, çünkü verecek cevabım olmayabiliyor ama ona hiç kızmıyorum, çünkü bana karşı hep dürüst, hep sansürsüz ve de acımasız.
Kime, neye karşı dürüst olmuyorsan, hangi masken ile geziyorsan gez, sana çok fazla zararı olmaz ama kişinin kendine karşı dürüstlüğünü yitirmesi tam anlamıyla bir yıkımdır.
Şöyle bir toparlarsak; kendini tanımak içindeki özü bulmaktan geçiyor, önce onun peşine düş, onu bul, dinle bir neler söylüyor?
İçindekini dışına çıkar ve keşfet.
Birini tanımaya çalışmadan önce, kendinin ona yaklaşımını, tutumunu, halini-hareketlerini kavra, tanı!
Hayattaki alma-verme dengesi bahsettiğim.
Her şeyde olduğu gibi esas tanımak için öyle;
Ne veriyorsun da ne alıyorsun?
Kendi içini, özünü, ruhunu bulduğunda karşı tarafa da gönderiyorsun o enerjiyi ve o da belki kendisine bile açmadığı en içini açabiliyor ve tanımak eylemi gerçekleşmeye başlıyor.
Dağınık düzenden hoşlandığını, güneşin her haline hayran olduğunu, asitli içeceklerden hoşlanmadığını, kullandığı her şeyin bir estetiği olması gerektiğini, annesinden yediği dayakları, çocukluğundaki bisikletin rengini…
Kelimelerle oynamasını, kırılma noktasını, en zayıf halini, zaaflarını, onun dünyasını onun bakışıyla görmeye başlıyorsun.
Aslında bu bitmeyen bir süreç, evren kadar sınırsızdır tanımak da. Her anına eşlik ettiğin, her anını dinlediğin kişinin, durmaksızın izlesen de her gün yeni bir yönünü öğrenmek kaçınılmazdır. O yüzden “Seni tanıyorum” demek çok iddialıdır.
Belki de “Seni her gün yeni bir yönünle tanıyorum” demek bitmeyecek bir oyunu başlatabilir.
İlginizi çekebilir: Zamanınızı kaybetmeyin: Hayatın hep “bir daha bunu yapmayacağım”lar ile geçmesi